9 Ağustos 2019 Cuma

Dervişim ve ışığıma...





BİRCAN YILDIZ
(Behdinan) 

Coşkun akan suların uğultusu, her bir yağmur damlasının kendine has sesinin yarattığı ritim. Zirveler beyaza bürünmüş, ruha kazandırdığı erişilmez dinginlikle. Her bir zirvede kaç metre yağdığını bilmediğim karların altında onurun-özgürlüğün, toprağının nöbetçileri… Sadece bir yumruk kadar olan o gencecik kalplerinde karın altında bile bir toplumun umudunu büyüten ciğer pareleri…
Onyıllardır Kürdistan’ın tüm patikalarına, vadilerine, zirvelerine ayak basmış, tüm bu zamanların yağmurunda ıslanmış, ayazında donmuş, sıcağında kavrulmuş, meşe ağaçlarının sırdaşı olmuş ve bayrak yarışına hiç ama hiç ara vermemiş kadınlı erkekli aşk işçileri onlar. Tanıyorsunuz!
Uzaktayken ‘bir daha ne zaman?’ diyerek iç geçirdiğim hayal gibi gelen, yanlarına varınca hala hayal gibi hissettiren şeyi düşünüyorum. ‘Umudun ve sevginin yoğunluğunda yoğrulmak’ diyorum. Sonra ’Hayır sadece o değil! Bu; toprak sevgisi, ülke olmak, her bir savaşçıdan birer ülke yaratmak’ diyorum. Hemen ardından ne söylesem hakkını teslim edemeyecekmişim duygusuna kapılıyorum. Biliyorum, daha fazlası çünkü!
Anlam zamana işlemiş de havada asılı sanki. Yoksa her nefeste neden ağırlaşsın ki bu kadar yüreğim? Ciğerlerime hava yerine anılar soluyorum. Tanıdığım, tanımadığım gerillaların anılarıyla doluyorum…
Dem, Ağustos’tan bu yana içimde devinip duran ve dağlara varmadan hiçbir söz söylemeye cesaret edemediğim, adını söylersem sebebi ben olacakmışım gibi dokunmaya kıyamadığım Atakan yoldaşa selam gönderme demidir…
***
“…Unutulmuşsam savaş sayfasında
beyaz ipekler içinde değilsem de
doğanın çıplaklığında ve yalınlığında
düşmüşsem örneğin
hem de savaşta
bedenimden sana
kalbim, fikrim
bahar yaprağı fiziğim kalsa da
veya bir parça yüzüm…
Ürkmezsen eğer
eğil ve öp beni
ama ağlama…”
demiştin ya Atakan yoldaş, kalbini dile getirdiğin şiirinde. Unutmak ne kelime; buram buram sen kokuyor, siz kokuyor dağlar be yoldaşım! Özlemin, okyanusun deli dalgalarının hiç gidilmeyen kıyıları dövmesi gibi acıtsa da göğsümün tam orta yerini, seni hatırlatan diğer anılar gibi başım gözüm üstüne!
Seni anlatmaya kalkışmak ne haddime! Sadece varlığının yoğunluğunu bil istedim. Senin gibi, bu çağın görebileceği en bilge-mütevazı devrimcilerden biriyle zamanlarımızın kesişmesi, seni senden tanımanın onuru yeter bana.
Sen, hep uzak diyarların, sonu olmayan patikaların, zorun tam ortasında hakikati, inancı ve kahkahanı bir derviş misali taşıdın gönüllere. Eşit olmayan bu savaşta haklı olmanın cesaretiyle fikir ve anlam savaşçılığı yürütmekti işin. Sana en yakışan iş yani. Ama yine de “bir kucaklamada ellerin birbirine değeceği kadar yer kaplayan bir insan, nasıl olur da her yerde ve her şeyde olabilir?” diye sormadan edemiyorum. Ve biliyorum, tüm soruların olduğu gibi bu sorunun da en güzel cevabı sende. Bırak, vereceğin felsefi cevabın peşinden koşayım zamanda delicesine. Buluşmaları ertelediğimiz devrim sonrasının baharlarından birinde nasılsa vereceksin cevabı…
Bak bir ezgi yükseliyor karşıki dağlardan, duyuyor musun?
“Şu Dersim’in dağları,
vay lele le vay,
şu Dersim’in dağları vay,
yiğitlerin otağı vay lele le vay
yiğitlerin otağı vay…”

ARMANCIMIZ…
“Herkes kendi ışığıyla ışıldar. Hiçbir alev öbürüne benzemez. Büyük alevler vardır; küçük alevler, her renkten alev. Kimi insanların alevi öyle durağandır ki rüzgarda bile dalgalanmaz, kimi insanlarınsa havayı kıvılcıma boğan çılgın alevleri vardır. Kimi saçma alevler ne tutuşur ne de ışık serperler; kimileri de öyle bir canlılıkla yalazlanırlar ki onlara bakınca gözlerimiz kamaşır, yaklaşırsak üstümüze ateş vurmuş gibi parlarız.” Galeano

Saf ışıktı bizim Armanc…
Ne gün ne güneşin görünmezliğini engelleyemediği. Ruhu ahularla yıkanmıştı… İnsanı, yoldaşı hissedişin böyle bir raddesi sadece ve sadece O’na hastı. Omuzlarında taşıdığı yükü aynı zamanda gururuydu da. Yoldaşlarını ayrı ayrı hissedip sevmek, büyük bir sorumluluk. O, bu sorumluluğu can-ı gönülden kabullenmişti. Gülün dikeninin her acıtışında toprağa sevgi adına saldığı ayrı bir kök misali. Toprakla böyle büyük bağ, bir madalya gibi duruyordu göğsünün orta yerinde.
Çatık kaşlarına bakmayın siz O’nun, hemen ardından gelecek tebessümü ve o tok sesini asırlar boyu bekleyebilirdiniz. Sesinin tınısının yarattığı mutluluğu inanın herhangi bir dünyevi şey veremezdi.

Apaktı bizim Armanc…
Sonbahar’ın telaşlı pamuk bulutlarını bilir misiniz? Gökyüzünün güneş ışınlarının aylardır bedenini dövmesinden usanmış maviliğini gideren, bereketi müjdeleyen o ilk bulutlar. Öyleydi işte Armanc.

İnanç ve umut doluydu bizim Armanc…
Büyülü günlere inanmazdı, şansa da! Birey ve toplumlar ancak direnişle hakikatlerini yaşatarak varlıklarını ispatlayabilir ve özgürlüğe böyle yürünebilirdi onun inanışında. Bunun için canla-başla savaşmak, mücadeleyi büyütmek, örgütlülüğü kıtalar ardına taşırmak gerekirdi. Bu uğurda nerede ihtiyaç varsa orada olmuştu ya. Yoksa kim heybetli Zagrosları, onun özgürlük kokusunu ardında bırakıp Avrupa’nın yollarını tutturabilirdi ki O’na?

Emekçiydi bizim Armanc…
Dedim ya; mekan fark etmeksizin, ülkesini sol göğsünde taşıyarak kapı kapı dolaştı. Toplumunun tüm dertlerine çare aradı, kavgalar etti iyilik, güzellik ve özgürlük adına. Onlarla ağladı, onlarla güldü… Çok sevdi onları. Hele onlar nasıl sevdi Armancı… Gözlerimle gördüm sevginin nasıl ilmik ilmik işlendiğini…

Komutandı bizim Armanc…
Ateşlerde sınanarak ilerlediği hayat yolculuğunun hem yaşam hem de savaş komutanıydı Armanc. Savaşçılarını karındaşıymış gibi sevdi. Üzerlerine titredi, bıkmadan-usanmadan anlattı. En çok da nasıl irade olacaklarını ve savaşın kızgınlığında kendilerini nasıl korumaları gerektiğini. Öfkelerini diri tutmalarını ama sadece öfkenin özgürlük savaşçısına yetmeyeceğini, onu bilinçle yoğurmaları gerektiğini öğütledi. Yitirdiği her savaşçısına, yoldaşına ayrı ayrı gözyaşı dökmesini de bildi. Belki yaslarını tutacak zamanı hiç olmayacaktı kalbi attıkça ama yüreğinde hepsine yer yaptı. Bir insan yüreğini kaç parçaya bölebilirse o kadar böldü! Özlemini ay ve yıldızların parıldadığı tüm gecelerde bir kayaya yaslanarak usul usul gözyaşlarını toprağa salarak giderdi… Hiçbir yarasını yoldaşına göstermemeye özen gösterdi. Zira öyle öğrenmişti.
Parçası olduğu, dünyanın vicdanı olarak nam salmış Özgürlük Hareketi’nin bir ferdi olmak O’nun kendine verdiği en kıymetli hediyesiydi. Bu hediyenin ağırlığınca sevdi, yaşadı ve savaştı Armanc.
“bu gece gözlerinin göğünden
şiirime yıldız yağıyor
kağıtların beyaz sessizliğinde
kıvılcım ekiyor pençelerim
evet, sevmenin başlangıcıdır bu
gerçi belirsizdir yolun sonu
ama ben artık düşünmüyorum sonu
sevmektir güzel olan çünkü
öyle doluyum ki seninle
kendimden döküleceğim toz gibi
bastığın yere baş koyacağım usulca
uçarı gölgene asılıp kalacağım…”
                                              Furuğ Ferruhzad
***
Şimdi uzak zamanları düşlüyorum, bu incecik patikaların taşıdığı sonsuz ağırlığı… Gözünüzün değdiği tüm detayları… Dersim’de Munzur’a bakan tüm vadilerdeki meşe ağaçlarını mesela. Gabar’daki Badem ağaçlarını… Toprak altında baharla birlikte sizi açmak için sabırsızca cemrelerin düşmesini bekleyen kökleri… Nice yorgunluğun ardından vardığınız çeşmeleri mesela… Boylu boyunca uzandığınız o toprağı…
En çok da herkese ve herşeye yeten sevginizin çıkarsızlığını düşlüyorum… Bu arada sevme şeklinizi ne çok sevdiğimi keşfediyorum! O da sevilir mi demeyin! Sizi ne çok sevdiğimi biliyorsunuz. Nasıl özlediğimi, son nefese kadar nasıl özleyeceğimi de!



NOT:
Bu yazı; 26 Ocak 2019'da Yeni Özgür Politika gazetesinde ve ANF'de yayınlanmıştır...

Şengal’de genç bir derviş… Amed Kawyan



BİRCAN DELAL YILDIZ

Dağlı kabilenin ovaya vuran esmer çocuğu… Esaslı bir asi! Kabına sığmayan… Öncesinden değil, onu anlatmaya kendi kendini var ettiği günden başlamalı. Yıllardır tek kelime Türkçe konuşmadığını öğrendik. Merak uyandırmaması elde değil. Viranşehir’de okumuş liseli bir genç vardı karşımda.
Neden?
“Okulda Kürtçe konuştuğum için öğretmen tokat attı, ben de onu dövdüm ve bir daha da okula gitmedim. O gün bir söz verdim bir daha bunların dilini (Türkçe) konuşmayacağım!“ cümleleri o günkü öfkeyi zamanımıza getirerek Kürtçe olarak döküldü dilinden. Sarsıcıydı. Hem de tokat atan ve daha sonra onun dövdüğü öğretmen kadınmış. Bu kısmı kısık sesle ve çekinerek söylemişti: “ Ama hak etmişti! Kendi dilimi konuştuğum için bana tokat atamaz!”

Ablayla ilk görüşme…
Adı Amed Kawyan. Viranşehirli. 3 yıldır Zagrosların zirvelerindeymiş, O’na yakışan, O’nun yakıştığı yer. Gel gelelim kadınların kampındaydı ve tek başına. Aşırı derecede sıkılıyor. Çok belli. Ablasıyla tanışalı henüz 3-4 hafta olmuş. Onu görmeye gelen ablasına dağı gezdiriyor. Yıl 2013’ün Temmuz sıcağı… Evet, dağda tanıştılar ablasıyla. O doğmadan, ablası çocuk yaşta Avrupa’ya gitmiş...
Ablayı Avrupa’dan tanıdığımızdan nazımız geçiyor kardeşe, takılıyoruz. Öyle güzel gülüyor, öyle güzel gülüyor ki anlatamam. İşte o çocuk bir günde gönlümüzü fethediyor. Bir de kusursuz bir güzellik! Gözler çakmak çakmak. Göz değil sana bakan iki pırıltı.
Gerilla elbiseleri bu kadar mı yakışır bir gerillaya! Öyle karşında dursa saatlerce bakarsın, gözünü alamazsın.

Gerilla bir kardeş…
O günden sonra artık benim de bir erkek kardeşim oldu. Hem de gerilla. Ne güzel duyguymuş. Benden küçük erkek kardeşim yoktu. O duyguyla dağda Amed kardeş sayesinde tanıştım. Çekiyorum kardeşimin fotoğraflarını arada bakayım diye, koyuyorum çıkınıma…
Kardeşler gezmeye, biz de belgesel çalışmalarımıza dönüyoruz vedalaştıktan sonra. Kısa bir zamanın ardından gerilla bir kardeş edinmiş olarak tekrardan Avrupa yollarına düşüyorum.

Şengal’in gönüllü savaşçısı…
Aradan 5-6 ay geçiyor ve ablasından Şengal’e gönüllü bir savaşçı olarak gittiğini öğreniyorum. Ve kardeşimle onun imkanları oldukça konuşuyoruz telefonda. Maksat sohbet uzasın, onun gülüşünü duyayım diye komik şeyler anlatıyorum arada. Nasıl güzel gülüyor tanrım! O güldükçe yaşam enerjim artıyor, o derece!

Derviş edalı…
Bazen sohbetleri koyulaştırıp yıldızların felsefesini yaptığımız oluyor. Yol, yoldaşlık, yolun özünü o genç yaşına rağmen Şengal’in acısını görmüş, havasını solumuş, tarihine dokunmuş bir derviş gibi anlatıyor. Gönüllü gidiş hikayesini her ne kadar dinlemek istesem de tuhaf bir çekingenlikle kendisinden bahsetmeyi erteliyor. Ketum davranıyor yani. Üstelemiyorum ben de.

Ortak yıldız takımı…
O sohbetlerden birinde ortak yıldız takımı belirliyoruz kendimize, ‘her akşam bakılacak‘ diye de sözleşiyoruz. Ben takılıyorum “Bizde sıkıntı var ama!“ “Waa niye?“ diyor ciddi ciddi. “Ee burası Avrupa, her gece yıldız yok“ diyorum gülerek. O da kahkahayı patlatıyor. O gece ortak yıldızımız olarak “büyük ayı yıldız takımını“ belirliyoruz. Soru işareti şeklinde olması hayat anlayışlarımızla da örtüşüyor. Bol soru işareti, bol cevap demek. Hayatın ta kendisi işte! İkimiz de mutluyuz. Sonraki zamanlarda görevin yerine getirilip getirilmediğini birbirimize soruyoruz. Görev aksatılmıyor karşılıklı olarak.

Ruh ikizi Kawa…
Bir süre sonra yıllardır sürekli birlikte oldukları Doğu Kürdistanlı Kawa şehit düşüyor. Kime sorsanız‚ yapışık ikiz gibi’ derler ikisi için. Dağa ulaştığı ilk zamanlardan şehit düşene kadar hep yan yana, aynı mevzide, omuz omuza düşmanın üzerine yürümüşler… Birlikte aç-susuz kalıp, birlikte üşümüşler Zagrosların ayazında! Ama en çok da birlikteyken ısınmışlar. Ne kahkahalar atmışlar derin uçurumlarda asılı kalsın diye. Aynı patikalardan geçecek yoldaşlarına uçurumların ürpertisi değil, kahkahaların esintisi kalsın diye. Kaç erken giden yoldaşının acısını birbirlerinin gözlerinde dindirdiler bilinmez… Kawa’nın yokluğunda nasıl derinden incindiğini-acıdığını sadece kendi bilebilir! Tarifi onun ruhunda gizli, belki de tarifsizliği…

‘Ben şehit olmalıydım!’
Asıl üzüldüğü şeyi ablasına şu cümlelerle anlatıyor: “O gün ben göreve gidecektim. Ama rahatsızlandım, yarı yolda arkadaşlar geri götürdü beni. Benim yerime o gitmiş. Mayına basarak şehit oldu. Ben şehit olmalıydım, o değil!“ Ablasına bunu söyleyebilecek kadar inançlı ve fedakar. Bir o kadar da yoldaş.

Güvercinleri…
Güvercinleri çocukken de seviyormuş. Dağda da hangi kampa gitse,  orada güvercinlerin olduğunu duysa, ilk ziyaret ettiği onların yuvaları olurmuş… Ama Kawa şehit düştükten sonra güvercinlere düşkünlüğü artmıştı. Onlar için imkanları dahilinde o kadar güzel yuvalar yapmıştı ki; görseniz öyle koşulsuz severdiniz Amed’i… O çölün ortasında içeçek suları yokken onlarca güvercin beslemek! Zor işti. Güvercinlerine bit girmiş ve bazıları hastalıktan ölmüştü. Nasıl içi yanıyordu!.. Güvercinlerin hastalıklı zamanları boyunca bizi kahkahalarından mahrum bırakmıştı…

Yolun aşığı…
Yolu, yoldaşlığı konuştuğumuz son sohbetimizde tarifte zorlanmıştı; “Tarif edemezsin ki! Yüce, çok yüce birşey ve o yüceliğe erişmek için daha büyük savaşmalı“ deyip çok derin bir cümleyle karşı karşıya bırakmıştı beni. Özlemi, hasreti daha bu genç yaşında öğrenmişti. “İnsan arayışlarını sınırlayamaz; ulaşsa da gökyüzüne, daha yükseklere varmak ister“ sözlerinin ardından çocuksu yüzünün altında Şengal’de bilgeliğe ermiş genç bir adam vardı karşımda… Bu cümleleri ancak yolunun aşığı biri kurabilirdi. Amed yolun, yoldaşın, kavganın ve özgürlüğün aşığıydı…Kahkahalarının gizemi de işte tam da bu aşkta saklıydı!

***
Bir Temmuz sıcağında tanıdığım kardeşim Amed, yine bir Temmuz sıcağında yıldızlara yoldaş oluyor… Amed kardeşle göz göze bakarak sadece bir gün geçirdik. Sonrasında telefon konuşmaları… Gönül onu daha güzel anlatmak isterdi. Ama şunu biliyorum; omuz omuza savaştığı yoldaşları daha yakışan, daha hakkını veren cümlelerle anlatacak Amed’i…

22 yaşa dünya sığdırmak…
Kahkahaları bu kadar tazeyken kulaklarımda ve hala ‘nefes almadığına’ dair düşünceleri başımdan savarken, bu güzel çocuğu dilim dönebildiğince, bir abla göreviyle yazıya dökmede başarısız olduğumu kabul ediyorum… Zaten yokluğunu kabullenme yazısı değil bu. Henüz 22 yaşında ömrüne bir dünya sığdırmış, yaşamı çok sevmiş ama özgürlüğü daha çok! Payına hep ölüm düşen halkını sevmiş, onun için kendini feda etmekten çekinmemiş bir savaşçı daha geçti zamanımızdan. O’nu ve yoldaşlarını unutmayın, hatırlayın diye düşülmüş bir not gibi düşünün…

***
Amed Kawyan; seni tanımak bir ayrıcalıktı, herşey için teşekkürler. Hep kardeşim kalacaksın. Sevgi, hasret ve özlemle…
“Bir nehir ki ömrüm;
taşır bin yıllık kavgasını
yurtsuz aşklarımın
yüreğim baş eğmez bir haylaz
Bir nehir ki ömrüm;
buzun ateşe değdiği zaman
terin toprağa
gülün yaprağa
ışığın suya değdiği zaman
dudaklarım gözlerinde
aşkı içeceğiz…”