Yalan, haksızlık ve
çaresizlikten ibaret, derme çatma yasalarınızla, hapislere doldurup, tank ve
panzerlerinizle üzerimize yürüyerek, boydan boya kurşuna dizseniz de
kitlelerimizi, biz yolumuzu bulduk, geleceğimizi gördük ve şimdi, okun yaydan
fırladığı noktadayız. Yürüyoruz…
Bizi durduramazsınız
çünkü ‘Güneşli Güzel Günlerimizi’ gördük, şimdi onların şafağındayız ve ‘ileri
gidiyoruz geri dönüş yok!’ kararını biz çoktan verdik!
Karanlığın üzerine
yürüyoruz şimdi… Bir dağlar denizi ülke boyunca, birer zulüm kalesine çevrilmek
istenen şehirler boyunca, bin kere yakılsa da hala delice tutkulu, özgürlük
arzusunu bir inat haline getiren köyler boyunca yürüyoruz! Ovalardan yürüyoruz,
yurdumuzdan uzakta ve ya sürgünlerde, her neredeysek orada yürüyoruz. Çünkü biz
bir hayatta, bir ömre sığabilecek en güzel şeyi; Gönül ile aklın, beden ile
ruhun aynı yolda kol kola yürüdüğü, hayali bile ömre bedel bir geleceğin
şafağını gördük!
Ve şimdi 7’den 70’e
kadın ve erkeklerin ruhlarında yürüyoruz. Çocukların karanlıkla gölgelenmemiş
su kadar temiz düşlerinde ve gençliğin, deli dağ nehirlerinin engel tanımaz
akışı misali akan, heyecanında; köpürerek, fışkırarak, sakinleşip yeniden
coşarak, bendleri yıkıp aşarak yürüyoruz.
Biz akacağımız
deryayı bulduk.
Biz bulacağımızı
bulduk!
Ve Güneş’imizi… Şimdi
artık biz, Güneş’in, Dağlar ve Nehirler ülkesindeki neferleriyiz. Kaybedecek
bir şeyi yok, kefeni cebinde ve yürürse cennet geleceği önünde… Bir sevgi ordusuyuz,
bir emek ve değerler ordusu, bir ruhlar ordusuyuz ve karanlıklara karşı ışıklı
okçuların, kara, kızıl, beyaz atlar üzerinde mızrakları zırhları parçalayan iyi
ve güzelin ordusu… Böyle bir yenilmez orduyuz şimdi.
Gücümüzü fark ettik!
Ve yürüyoruz…
Bizi yolumuzdan
çeviremezsiniz!
Terk ettiğimiz
kulübelere, terk ettiğimiz ruhlara, terk ettiğimiz bedenlere, isimsizliğe,
tanımsızlığa, anlamsızlığa yeniden bizi koyamazsınız. Karanlıkların kuyusundan
çıktık, bizi bir daha içine atamazsınız!
Biz bir daha girmemecesine
oradan çıktık. Dönmeme andı ile meşaleleri yaktık ve bizi yenebileceklerin
tırmanacakları tüm eteklerimizi de. Şimdi zirvelerdeyiz biz.
Zirveyi gördük!
Ölmeyi kabul
ediyoruz, cenazelerimizin parçalanmasını da, ölü bedenlerimizin anne ve
babalarımızın son duasından, taşı dikilmiş bir parça mezar toprağından mahrum
edilmesini kabul ediyoruz; sevgi yumaklarımız ve O’nlar güzel günler görsün
diye çırpındığımız, dağ başlarını mekan tutmamıza sebep Zilan, Şilan,
Rojhat,Mizginlerimizin bembeyaz ve ışıktan dünyalarının temellerine bombaların
konulmasını da…
Kabul ediyoruz,
vahşeti bile!
Ama asla, yenilmeyi,
asla onursuz bir biçimde boyun eğmeyi, asla isimsiz ve dilsiz kalmayı, asla
Güneş’ten ayrı yaşamayı kabul etmiyoruz!
Artık siz de bunu
anlayın!
Vazgeçin sersem ve
ayakları yeryüzü topraklarına basmayan tafralı hayallerinizden… Tek bir gün
sizi kör eden, her gün daha da çirkinleştiren, göklere değen burnunuzu indirin,
siz de göreceksiniz…
Korku öldü…
Karanlığın demirden
sandığınız perdesi yırtılalı, ‘üç kibrit çöpü’ bir ülkeyi boydan boya ‘Ateş
Ülkesi’ne çevireli uzun zamanlar oldu... Böyle olsun diye, on binlerce beden
devrildi… Ve bu yürüyüşte kocaman bir ülkede, ayak basmadık yer, ter ve kan
dökülmedik toprak, sorgu ve muhasebelerden geçerek ‘Cihad-ı Ekberlere’ sahne
olmayan ruh, kalmadı…
Duymak isterseniz
annelerin, genç kızların öyküsü, avuçlarından büyük taşlarla barikat kurup,
boylarından büyük düşmanlara karşı barikatlar kurup savaşlara giren çocukların,
1’e 5000, 1’e 10 000 savaşan yine de esir alınabilecek tek bir hücresini bile
düşmanına bırakmamayı, bir ahlak benimseyen savaşçıların öyküleri, size hep
aynı doğruyu söyleyecektir:
Bu ülke de korku
öldü… Onunla beraber ölüm de…
Turan’dan Tuna
boylarına, Çin Seddi’den Viyan’a önlerine at koşturan 21 sancaklı ordunun Paşa
ve Generalleri! Robot yüzlerin altında gerçeğini ve korkusunu saklayan
böbürlenme makineleri,
Bakınca göreceksiniz…
Kurşunlara hedef
edip, henüz ömürlerinin baharında yem yeşil bir ağaç dalı, dokunmaya kıyılmaz
incecik bir gülfidanıyken canlarını alarak, bedenlerini, bu ülkenin başı dik ve
gururlu Başkenti’nin caddelerinde öylece serdiğiniz O çocuklar, sizden daha
General…
Ve daha yürekli…
Göğsünüzde
taşıdığınız madalyalar, tarihin gerçek savaşçılarına hakaret çünkü siz onları
canınızı, canlarınızı ortaya koyarak kazandığınız savaşlarda hak ederek
takmadınız. Başkalarının çocuklarını kendiniz için vurdurup onların acıları ile
Paşalığa! terfi ettiniz…
Gerçek savaşçılar,
savaşçılarla savaşır… Ama siz her yenilgi ardından ordunuzu eli silah tutmayan
sivillerin üzerine sürdünüz…
Siz savaşçı
değilsiniz!
Ve tarih sizi Asker
olarak yazmayacak!
Tekmeleyerek,
saçlarından tutup sürüklediğiniz O annelerin yürekleri, sizin kendinizi
kıyaslayamayacağınız kadar sevgi dolu… Sevgili yavrusunun canını alan düşmana
bile bağışlayıcı ve İsa gibi merhametli anneler…
Oysa siz kabahat ve
suçlarınızı görmekten, ölümünüzü görür gibi korkuyorsunuz. Bir güzel söz
söylemeyi, bir gülüşü, zafiyet sayacak kadar kendinize güvensiz ve
sevgisizsiniz…
Bu yüzden de
karanlık…
Ve bakmayı bir gün
olsun öğrenseniz göreceksiniz, uçurum kadar büyük bir dengesizlikte
ordularınızı üzerlerine saldığınız Dağ Savaşçıları sizden daha cesaretli…
Kulağınızı açın bir
an, bir uykudan uyanır gibi ayılın bir an, siz de duyacaksınız, kendi
dillerinde ıslık çalamayanlar, şimdi, heyecan ve tutku dolu türküleri ile
göklerin yedi katına, kutsal ordular gibi dizilmiş, ahı kalmışları son
nefesinden diriltir gibi her biri yerini bulmuş, hiç biri sırasını şaşırmayan
melodiler gönderiyorlar… Ve artık hayatı böyle yaşıyorlar… Zaman, ritmik
türküler gibi ellerinde bir mendil, nasıl sallıyorlarsa öyle sürüyorlar hayatı…
Kendi iradeleri, kendi arzuları, hayalleri ile… Kendi dillerinden kendi
isimleri ile…
Çünkü sessizlik öldü.
Karanlık ve korku gibi bu topraklarda yuvasız kaldı. Ve terk etti ülkemizi…
Kaçıp gitti… Artık bizim de içimizde doğanların, birikip taşanların bir ifadesi
var...
Dilimiz dönüyor
artık. Yüreğimizin hissettiği gibi… Sevgilerimiz uçurumlardan düşmediği gibi
içimizde doğanlar, bir karanlık kuyuda, gerçek ile hayal arası bir
tanımsızlıkta asılı kalmıyor…
Acı ve sevinci, keder
ve neşesi, umut ve hayali ile dipdiri…
Bizim de bir dünyamız
var artık!
Devletseniz,
hükümetseniz, Şanlı bir Ordunun yere göğe sığmaz Paşalarıysanız, adınız neyse
ve her kimseniz önemi yok…
Başka bir Kürt başka
bir Kürdistan arıyorsanız mumla arayın!
Çünkü köle Kürt öldü,
ölümden korkan ve kaybetmekten korkan da!
Sizin için iyi olan
da!
Sizler…
Adınız her neyse…
Hala katliamlardan
medet mi umacaksınız?
Acılar içinde bir
ruhlar harabesi haline gelen bir hayatı bize yeniden mubah mı göreceksiniz?
Yenemediğiniz
Savaşçıların, adım atarken yüreklerinizin ağzınıza geldiği dağlara girememenin
hıncını, yeterince yaşlı ve artık huzurlu bir ölümü hak eden köylülerden mi,
savunmasız insanlardan ve şehirlerin parklarında oynayan çocuklardan mı
alacaksınız?
İstediğiniz gibi
bakmaya, istediğiniz gibi olacağını sanmaya devam mı edeceksiniz?
Tüm bunlarla beraber,
dostça yaşama arzusunu, linç ruhlu, hoyrat fırtınalar altında pamuktan ipliğe
bağlayıp salmaya devam edip, bu beraberlikten boşanma dışında tüm yolları kanla
mı kapatacaksınız geri dönüş imkanı bırakmayarak?
Söz de sizin eylem
de…
Bizim yeni
söyleyeceğimiz bir söz yok… Yeni yapacağımız bir şey de…
Biz elimizden geleni
yaptık. Hem büyük acılara katlanıp, büyük sabırla…
Tercih sizin…
Sevgi ve doğruda
buluşmak için biz hep vardık…
Öyle bir yola girdik
ki artık bizi durduramazsınız.
Güneşimizin peşine
düştük ve umudumuzu bizden alamazsınız…
İlerliyoruz, sizinle
veya sizsiz…
Filolarınız bizim
için hazır, 40 Milyon merminiz bizim için namluya sürülü beklese de…
Hüseyin AKDOĞAN'ın
(Ş. ARMANC Kerborani) Eylül 2006'da yazdığı yazı...