2 Nisan 2020 Perşembe

Berîtan filminin her günü bir tarihti (2. Bölüm)

“Beritan filminin her günü bir tarih gibiydi. Berîtan’ın karakteri ve filmin dağıtım aşamasındaki yaşananlar da birbiriyle örtüşüyor. Film ulaşması gereken her eve ulaştı. Aslında bu filmle, tarihi değerimizi topluma devretmiş olduk.” 
Yönetmen Dersim Zêrevan ile söyleşimize kaldığımız yerden devam ediyoruz, Berîtan filmiyle… Dersim’in aşağıda okuyacağınız sözleriyle “belki büyük şirketler aracılığıyla dünyanın her yerine gidemeyen, festivallerde gösterilemeyen ama her Kürdün evine konuk olan. Elden ele yayılan, evden eve, gençten gence…” 
İşte bu bölümde, Berîtan filmi çekilirken kamera arkasında yaşanan ve pek bilinmeyen detayları bulacaksınız. Berîtan (Gülnaz Karataş), bilindiği üzere 92 Güney Savaşı’nda teslim olmamak için kendini uçurumdan atarak şehadete ulaşmıştı. Naaşının bulunması için araştırmalar uzun zaman önce başlasa da, O’nun ve iki yoldaşının cenazelerine tam da Berîtan filminin çekimleri esnasında ulaşıldı. Halil Dağ bunun bir tesadüf olmadığına inanıyordu. “Uğruna şehit düştüklerin şu an baş ucunda. Biliyorum sen kendini bu ekibe göstermek istedin” diyen Halil ve tüm set ekibi üç gün boyunca bir arkeolog gibi titizlikle, silah şişleriyle toprağı kazarak ulaştılar onlardan geriye kalanlara…
Keşke diyorum bu röportajı görüntülü yapsaymışız… Ama o kadar ani oldu ki, bunu hiç düşünemedim. O kadar gömülmüştüm ki anlatıma, foto bile röportaj bittiğinde geldi aklıma. Onu da anı olsun diye çektik sadece. Neden görüntülü çekmek istediğime yeniden dönersek; yaşadıklarını bu kadar sade ve sade olduğu kadar içten hissederek anlatabilen, Kürtçe’nin Kurmancî lehçesini bu kadar güzel ve naif konuşan yönetmenimizi kendi sesinden dinleseydiniz… Halil’in O’na Zap’taki yoldaşlıklarını anlattığı gibi konuştukça o an’lara, o mekanlara götüren bakışlarına, mimiklerine tanık olabilseydiniz…
Halil’den yaptığı alıntıların tümünü yeni bir şeyi keşfetmiş gibi, gözlerinde büyük bir parıltıyla onun söylediği şekilde ve kibarlıkla Türkçe dile getirdi. Öyle ki Halil konuştu hissi yaratıyordu. Ama biliyorum ki o kameranın önünü değil, arkasını seviyor. ‘O zaman bu kadar rahat anlatamayabilirdi’ diyerek kendimi avutuyorum.
Evet, dağ sinemasının en büyük başarısı ve Kürt halkının büyük kazanımı olan Berîtan’la Halil çıtayı yükseltmişti. Bundan sonra işler daha zor olacaktı… Şimdi Dersim’den Berîtan’a dair tüm detaylar, Halil’in Kuzey’e yürüyüşü, son sözler-sözleşmeler ve sonraki projeleri dinliyoruz:
SİLAH ŞİŞİ İLE ‘BURASI’ DEDİ VE…
Berîtan filminin çekim aşamasından paylaşmak istediğin anekdotlar var mı?
Berîtan filminin her günü bir tarih gibiydi. Çalıştığımız ekibin tutku ve bağlılığı çok yüksekti. Mesela Berîtan’ın cenazesinin filmin çekim aşamasında bulunması büyük bir olaydı. Ama kesinlikle tesadüf değildi.
Nasıl oldu?
Aslında uzun yıllardır arkadaşları arıyordu zaten. Mevki biliniyordu fakat tam lokasyonu bir türlü netleştirilemiyordu. Dediğim gibi tesadüf olduğuna inanmıyorum. Biz filmi yarılamıştık, onu defneden ve şimdi savaş gazisi olan arkadaşlarından biri tam yeri gösterebileceğini söyledi. Çekimler devam ederken Halil, bir taraftan da mezar yerini araştırıyordu. Bir gerilla birliğindeyken karşılaşıyor bu gerillayla. Ertesi gün tüm işlerimizi bir kenara bırakarak ekip olarak o gerillanın gösterdiği yere gittik. Silah şişi ile “burası” dedi ve gerçekten de orasıydı. Üzerinden 13 yıl geçmiş, coğrafya değişmişti ama bir milim şaşmadan yerini gösterebilmişti.
Neden tesadüf değil dedim; Halil’in cenazeyi bulduğumuzda bir sözü vardı: “Uğruna şehit düştüklerin şu an baş ucunda. Biliyorum sen kendini bu ekibe göstermek istedin.” Gerçekten tarihi olarak ihtiyaç duyulan bir anda kendini göstermişti.
Çok ağır bir projeydi. 11 aylık bir zamanda tamamladık. Berîtan filmi aslında Halil’in gerçek tarihidir. Çıtayı çok yükseltti ve ölçüleri belirledi. Berîtan filmiyle adeta “bu halk için film yapacaksanız, ölçü belli” dedi.
‘NE GÜZEL BİR YÜZ’
Berîtan’ın mezarının kazılma görüntüleri o an’a ait değil mi? İkinci kez, yani çekim için kazma olmadı. Nasıl bir an’dı biraz bahseder misin?
“Buldum, buldum!” çığlıkları atarak geliyordu Halil. Sanırsın uzun yıllardır kaybettiği birini canlı olarak bulmuş. O hissiyatla bağırıyordu. O an’ı unutmam imkansız.
Sonra, tüm ekip üç gün silah şişleriyle birer heykeltraş, arkeolog gibi incelik ve hassasiyetle çalıştık. Ta ki cenazeler biçimiyle birlikte toprağın yüzeyine çıkana kadar. Üç cenaze vardı. Bir erkek iki kadın. İlginç olan, yüzlerini açmadan hepimiz hangisi Berîtan biliyorduk. En soldaydı ve ağzı açıktı. Bağıran bir insan düşünün öyle. O sırt üstü, yüzü yukarı dönüktü, diğer iki arkadaşının yüzleri ise ona dönüktü.
Yüzlerinin üzerine bez geçirmişlerdi. Bezin altından bile güzelliğini görebilmiştik. Zaten Halil de “Ne güzel bir yüz” diye bir yazı yazmıştı.
Hissetmiştik dedim ya. Açtığımızda anladık zaten. Boyun, kol ve bacağı kırılmıştı. Diğer iki gerilla mermi yarasıyla şehit düşmüşlerdi. Elbiselerinden anladığımız kadarıyla Berîtan sadece kolundan mermi almıştı.
Üzerinden çıkan eşyalardan ve gördüğünüz bedensel deformasyondan anladınız Berîtan olduğunu...
Sadece eşyalar değil. Berîtan’ın iki omzu da bağlanmıştı. Sanırım çok fazla kırık olduğu için. Peşmergeler gerillalara üç gerilla naaşı veriyor. Onun için “kendini uçurumdan atan gerilla budur” demişler. Biz zaten Ş. Nuda ile telsizden konuştuk “Siyah bir şutîk (bel bağı), bir atkısı var. Ben vermiştim” demişti. Daha sonra kendisi de geldi baktı. Siyah şutîk ile omuzları bağlanmıştı. Ayna ve çakmağı kırılmıştı. Muhtemelen üzerine düşmüştü.
Şunu söylemek isterim; biz 18 kişi üç gün boyunca o sıcağın altında büyük bir sükût içinde çalıştık. Hepimiz adeta bir kişi olmuştuk. İçimize dönmüştük. Vicdanen rahattık. O sessizliğin içinde “Ne güzel bir yüz” diyen Halil’in sesi tekrar tekrar duyuluyordu. O yüzden unutamıyorum.
BERİTAN HER KÜRDÜN EVİNİN FİLMİ OLDU
Berîtan başarıyla tamamlandı. Ya sonrası?
Berîtan şahsında tüm bu mücadelede hem kadın olarak özgürlüğünü hem de bir halkın özgürlüğünü savunan ve şehit düşenlerin gerçekliğinin artık tarihe bir not olarak bırakılacağını bilmenin vicdani rahatlığı oluşmuştu bizde. En çok emek veren Halil’di tabii.
Belki Berîtan büyük şirketler aracılığıyla dünyanın her yerine gidemedi, festivallerde gösterilemedi ama Berîtan her Kürdün evinin filmi oldu. Elden ele yayıldı, evden eve, gençten gence… Ve inanıyorum dünyadaki hiçbir dağıtımcı şirketin yapamayacağını Kürtler Berîtan için yaptı. Ortadoğu, Kürdistan, Avrupa’da özelde Kürdistanlılar ve dostlarının evine tek tek girdi Berîtan.
Kürt özgürlük hareketine büyük katkısı oldu. Demokratik, özgür yaşam arayışındaki tüm insanları özgürlük hareketi çemberinde topladı.
Filmin korsanvari yayıldığı Halil’e söylendiğinde “Berîtan’a da bu yakışır” diyordu. Bence de doğru olandı. Devrimci sınır tanımazlığın bir örneğidir. Kürt halkının özgürlük hareketine her yerde yasaklar getiren bir zihniyete karşı “yasaklar ve sınırlarınız ulaşmamız gereken yere ulaşmamızda bize engel değil. Yasaklarınızı da sınırlarınızı da tanımıyoruz” mesajıydı.
Berîtan’ın karakteri ve filmin dağıtım aşamasındaki yaşananlar aslında birbiriyle örtüşüyor. Sıradışı, asi, direnişçi bir kadının hayatı, büyük bir dağıtım ağı oluşturdu. Ve ulaşması gereken her eve ulaştı.
Aslında bu filmle, tarihi değerimizi toplumumuza devretmiş olduk.
DERVİŞ GİBİYDİ HALİL…
Şöyle bir anısı da var: Bir arkadaşı “Heval Halil film o kadar yayıldı, ne kadar geliri oldu?” diye soruyor. Halil de “Bilmiyorum, sormadım da. Bizim için önemli olan o değil. Mühim olan her yere ulaşmasıydı” şeklinde cevap veriyor. Arkadaşı ekliyor; “Bari sana bir takım gerilla elbisesi yaptırsalardı!” 
Çünkü Halil yeni elbise giymeyi sevmezdi. Paçaları, kolları yırtılana kadar giyerdi. Bazı yırtık elbiselerini zorla çıkartırdık. Ama bize vermezdi götürür yüksek bir yerde kimsenin ulaşamayacağı bir yere gizlerdi. Veda merasimi yapardı. Onlara yolculuklarına eşlik ettiği, terini çektiği, emeği boyunca yanında olduğu, sıcaktan ve soğuktan onu koruduğu için teşekkür ederdi. Derviş gibi bir insandı. Yeleği dökülüyordu mesela “Ama ben bununla şu başarıları elde ettim. Çıkarırsam uğurum bozulur. Yollarım kapanır” şeklinde düşünüyordu. Böyle inanışları vardı Halil’in.
 Neyse ki gerilla terzihanesi, filmden sonra bir takım elbise gönderdi Halil’e. Yani filmin maddi tek geliri bir takım gerilla elbisesi oldu.
HALİL’LE SÖZLEŞME…
Berîtan’dan sonra Halil, başka bir projesi için Kuzey’e gitti ve projesini hayata geçiremeden şehit düştü. Kuzey’e geçmeden önce onunla bir yere kadar yolculuk yaptım. Uğurlamak için. Bana “Eğer dönersem filmlerinizi izlemek isterim” dedi. Aslında dönemeyeceğine dair hisleri vardı. Mesela bir senaryosu vardı elinde “size vereyim yapın” diyordu. “Söz ver, dönünce filmlerini izleyeceğiz” sözü üzerine sözleşme yaptık.
Aslında Halil gittikten sonra yaptığım bütün çalışmalar bir bakıma bana öğrettikleri, öğrendiklerim, bıraktığı mirasın vicdani sorumluluğuydu. Diğer yanı ise gerillanın anlatıcısı O’ydu. Halil’in olmadığı bir gerilla mekanında insanların gözü arkada kalıyordu. O’nun olduğu bir yerde yaşananların kalıcılaşacağına dair de büyük bir güven… Gerillayı dile getirecek biri vardı ve bu gerilla için büyük manevi bir değerdi. O’nun şehadetiyle gerillalarda “kimse artık bizi yazmayacak, fotoğraflarımızı, görüntümüzü çekmeyecek” duygusu oluşmuştu.
Benim için; hem bir anlamda onun vasiyeti hem de bu devrimcilerin, gerillaların, özgürlük tutkusuyla dolu bu insanların yaşamının her anına sahip çıkmak, canlı tutmak bunun için çabalamak yeni yol haritamdı.
Yani sinemaya Halil’siz ama aynı zamanda hep O’nunla devam etmek bir vasiyet, bir sözleşmeydi. Tabi yönetmenlik de biraz mecburiyet oldu. İstemiyordum, kamera aşkım her şeyin önündeydi. Fakat bir anlamda onun öğrencisi olarak bir geleneği sürdürmek, mirasa bu yönüyle de sahip çıkmak için yüzümü yönetmenliğe döndüm.
KAMERAYA VEDA
Sonraki projelerden bahsedelim o zaman…
Uzun yıllar dağlardaki çalışmanın ardından özelde de Rojava devrimiyle doğup büyüdüğüm yerlere geldim. Ancak şöyle bir durum vardı; yönetmen olunca kamerayı elime alamıyordum. Çünkü ilk kadrajıma giren gerillaydı, onsuz olmuyor gibiydi. Muhafazakarlık diyebilirsiniz. Ama yapamadım. Nedeni sadece gerillanın yüzünü çekememek değildi. Kamera salt gözümün güçlenmesi gerillanın yüzü, saçı boyu vd. değildi. Onların içindeki yansıtmamızı istedikleri gizli cevheri görebilmekle alakalıydı. Yani gerillalarda bu derinliğe inebiliyordum. Ve kamera da bunu görüp yansıtıyordu. Kamera bir araç gibi görünebilir, fakat değil. Saklı olanı açığa çıkarıyorduk birlikte.
Halil’in elleri ve yüreğiyle öğrendiğim kamerada bir öğrencisi olarak güvenim tamdı artık kendime. Yönetmenlik aslında biraz da şartların zorunluluğu oldu. Halil’in şahadeti ve onun vasiyetleri vardı. Hala da kendime dönüp baktığımda en güçlü olduğum alanın kamera olduğunu söyleyebiliyorum.
Halil’in boşluğu doldurulabildi mi ya da doldurulabilir mi?
Halil varken hepimizin sırtı sağlamdı. Sorunlar bir şekilde hallolurdu. Çaresizlik asla olmazdı. Ve O’nun bir gün olmayacağını hiçbirimiz düşünmemiştik bile. Çok hazırlıksızdık. Uzun bir süre bu yükün altında ezildik. Psikolojisi ağırdı. Tekrardan sinema yapıp yapamayacağımızı sorguluyorduk. Eğer yapamazsak vicdan azabıyla nasıl yaşayacaktık? Bize bıraktıkları, öğrettikleri! Yapacaksak da nereden başlayacaktık? Tüm bu ruh halleri bizi uzun bir süre yıprattı.
Bize bıraktıkları ismi gibi dağlar kadardı. Mesela kurye gerillaların filminin yapılması onun vasiyeti ve isteği üzerineydi. Gerillaları bir yerden bilmedikleri başka yerlere getirip-götüren o kahramanlar da anlatılmalıydı. Onun projesiydi. Biz sadece kurguladık. Çokça materyal bırakmıştı; yazılar, konular, anılar… Tabii aslında önümüzü görmemizi sağlayan da O’ydu. Cesareti de oradan aldık zaten.
REWİYÊN ŞAD
2010’da Rewiyên Şad (Mutlu yolcular) filmine başladık. Çok zordu. Şahadetin üzerimizdeki etkisi fazlaydı. Arada kalmışlık duygusunu yoğun yaşadık. Onsuz bir işe başlamak zordu… Buna rağmen başarıyla tamamladık. Farklı sebeplerden ötürü pek yansıtamadık o filmi maalesef.
İlk yönetmenlik?
Sakine Cansız’ın mücadele dolu hayatını anlatan Sara “Hep Kavgaydı Yaşamım” belgeseli ilk yönetmenlik deneyimimdi. Örgütlenmesi yapılmıştı. Ortadoğu, Kürdistan ve Avrupa çapında. Ekibimiz amaçta ortaklaşmıştı. Tüm ekip çalışanları, yönetmen, yapımcı, kameraman diğer emekçiler hepsinin görevi eşit düzeydeydi. Çalışmanın özü kadınlardan oluşan ekibin ortak çalışmasıydı.
Aslında film de onun yaşamı gibi zorlu bir başlangıçla oldu. Ağır bir ortamdı. Kürt halkı için başlı başına bir tarih olan bu kadın devrimcinin mücadelesinin hakkını verebilme çabasıydı.
İlk yönetmenlik deneyiminde belgesel çekmek zor olmadı mı? Çünkü bambaşka bir dal.
Kurgu film aslında benim düşünce yapıma ve hayalimdekine yakın. Sara’nın belgesel olması kararı vardı. O yüzden zorlandık tabi. Çünkü sinemada başka bir dal belgeselcilik. Aslında yarı belgeseldir Sara filmi. Öyle yorumlanabilir. Hem sinema hem de belgesel tadında. Farkında olmadan böylesi bir örgüye büründü.
Konu itibariyle çok ağırdı. Böylesi büyük bir devrimciyi anlatırken başarısız olma lüksünüz yok. Psikolojik baskısı yoğundu. Tüm bunlarla birlikte ekip olarak tüm gücümüzü seferber ederek O’na layık bir çalışma yürütme çabasında olduk.
Neden zordu? Herkesin kafasında kendi Sara’sı vardı. Herkesin farklı anıları vardı ve onu kendi cephelerinden okumuşlardı. Fakat bizim ele aldığımız Sara var olan herkesin Sara’sından farklı olabilirdi. Çok geniş, her yere dokunmuş bir hayat vardı karşımızda. Tarihi bir kadın devrimci! Tabii ki bir filme sığmayacak şeylerdi. Elimizden geleni ortaya koyduk diyebilirim.
‘SARA BENİ YENİ BAŞTAN YARATTI’
Bugün dönüp baktığınızda, keşkeleriniz oldu mu?
Şimdiki aklımla yapsaydım daha farklı olurdu. Aslında filmlerimizi ele aldığımızda şuna inanıyorum; kendimi herkesten daha sıkı eleştiriyor, yorumlayabiliyor ve eksikliklerimi görebiliyorum. Tabii ki gelen eleştirilerle birlikte. Bunu Sara belgeselinde de yaşadım.
Sara çok başkaydı bunu tekrar tekrar söylemek istiyorum. Onun yaşanmışlıkları beni yeni baştan yarattı. İnadı, mücadelesi, asiliği… Her filmde kahramanının birçok özelliğinden nasibini alıyor insan. Olumsuz yanlarını görebilme fırsatı sunuyor. Kişilikleri etrafında toplanan gerçek ister istemez sana da etkide bulunuyor. Karakter paylaşımı oluyor. Yani Sara filminden ziyade büyük kazanım olarak gördüğüm onun yaşamından aldığım örnekler. ‘Bu hayatta neye kilitlenmeli ve nasıl başarmalıyım?’ bunu öğrendim. Yine, zorluklar karşısında nasıl boyun eğmem, pes etmem? Her zorluktan yeni yaratımlarla çıkmayı, yeni filizlenmeler doğurabilmeyi öğreniyorsun. Filmin başlangıç aşamalarında duygu olarak zorluklar yaşıyordum ve bana çok yardımı oldu. Her aşamada yeni bir sorgulama başlıyor ‘ben olsaydım ne yapardım?’ şeklinde yoğun sorgulamalarım oldu. Çoğu zaman Sara’nın çıkardığı sonuçlarla örtüşmediğinde doğruya hangi yoldan gideceğimin yöntemini öğrenmiş oluyordum. Sara Belgeseli bugün baktığımda yarı yarıya başarılı bir çalışmadır.
RÛPELÊN SOR
Seni tanıdığımız kadarıyla bir filmi çekerken bir sonraki için projen ya yazılı ya da düşünsel olarak hazır oluyor. Sara üç yılını aldı, bu arada var mıydı aklında bir proje?
Evet. Kafamdaki senaryo, taslağıyla duruyordu. Rûpelên Sor (Kızıl Sayfalar) adlı filmi düşünüyordum. Çünkü Rojava Devrimi başlamıştı ve tüm dünyanın gözü Rojava’daydı. Film bir şairin Rojava Devrimi’ne katılışını anlatıyor. 2016’da başladık.
Gerçek bir hikaye mi?
Evet. Medya adlı kadın şairin hikayesi. Devrim yeniydi, savaş tüm şiddetiyle sürüyordu. Hem Kuzey’de hem de Rojava’da yoğun bir savaş vardı. Ve bu iki savaşın ortasında çektik filmi. Nusaybin’den çatışma sesleri geliyordu. Öyle oluyordu ki; Türk savaş uçaklarının bombardıman sesinin kesilmesi için saatlerce bekliyorduk!
Neden Rûpelên Sor?
Çünkü, şair bir savaşçının hayatı ve yazdığı şiirlerde ise Kürdistan’a varlıklarını adayan savaşçıların hikayeleri vardı. O şiir defterinde söz konusu kahramanların fedai gerçeği vardı. Ve onların yazdığı bu tarih kendi kanlarını akıttıkları bir toprağın tarihi. Öyle yazılmıştı ve biz de bunu esas alarak Kızıl Sayfalar- Rûpelên Sor dedik filmimizin adına.
OYUNCULAR, GERÇEK SAVAŞÇILAR
Nerede çektiniz tam olarak?
Rojava’nın Cizirê bölgesinde. Qamişlo, Derik, Til Berak, Serêkaniyê bölgelerinde. Savaşın yoğun yaşandığı bölgelerin hepsinde çekim yaptık. Ve oyuncularımız aslında o alanlarda savaşan savaşçılardı. Gerçek savaşçılar yani. Olağanüstü durum olduğunda işimizi durduruyorduk, savaşçılar mevzilerine gidiyordu. Şu risk hep vardı; oyuncun olan savaşçıya her an bir şey olabilirdi. Sıcak savaşın ortasındaydık çünkü. Bir keresinde Qamişlo’dayken rejim ve YPG arasında çatışma yaşanmıştı ve bizim oyuncumuz olan savaşçılar gidip döndükten sonra çekimlerimize kaldığımız yerden devam edebildik.
Sanat; zorlukların yaşandığı yerde, mücadele ruhunun yoğun olduğu, tarihin canlı yaşandığı yerde yapılınca çok daha anlam kazanıyor. Bir yandan hala sıcak bir savaşın içinde olan bir toplumun sanatını ertelemeden, ikisini paralel yürütebilmesi çok önemli. Çünkü özgürlüğü beklemek, ortalığın durulmasını beklemek sonra bunun sanatını yapmak bizim gibi toplumlar için pek de olmaması ve ısrarla kaçınmamız gereken şeyler. Direnenlerin görevini yaptığı sırada, sanatını yapacaklar da görevleri kucaklamalı.
Dağdan, şehirlere geçiş bir anlamda. Dağ bir bakıma doğal bir plato. Şehir işi karmaşıklaştırmadı mı? 
Dağda film çekerken aslında bir sisteme kavuşturmuştuk kendimizi. Nasıl çalışacağımıza iş koordinasyonunu nasıl yöneteceğimize dair bir rotamız oluşmuştu. Fakat şehre geliş ve burada film yapmaya başlama bizi aslında alt üst etti. Şehirde film çekmenin yabancısıydık. Ekonomik boyutundan tut örgütlendirilmesine kadar.
Dağda herkesin hayatı, bulunduğu ortamın gerçekliği ekseninde tezahür ediyordu ve biz de buna dahildik. 6-7 kişilik ekiple şehirde bir filmin örgütlemesini yapabilmek bayağı efor gerektiriyor.
Mesela film gereği bir caddeyi nasıl kapatırız, bir anneyi çocuğundan nasıl ayırırız, çocukları nasıl getirebiliriz? Bunların hiçbiri dağda yaşamadığımız ve hayatımıza yeni dahil olan gerçekliklerdi. Bir de halk ilk defa karşılaşıyor set ortamıyla ve nerede çekim olsa büyük bir kalabalık toplanıyor. Her biri ayrı bir sıkıntıydı. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Zamanla destek çoğaldı, yol yöntem gösterenler oldu. Şehir sinemacılığının bürokrasisinden hiç haberimiz yoktu. Teknik ekibin hazır olmasıyla iş bitmiyordu. Örneğin set’in sadece yemeğini ayarlamak başlı başına bir meseleydi.
Dağda, gerillanın kostümü belliydi. Kostüm, sinemada başlı başına bir dal ve önemli bir dal. Aksesuardan tut dile kadar. Gerillada ortaklaştırılmış bir dil vardı. Bir de toplumun dili var, yöresel. Buna hakimiyet gerekiyor. Nereden bakarsak bakalım, çok zordu ve zorun içinde bir şeyler başarmak gerekiyordu.
Gerçek silahlar, gerçek patlayıcılar kullanmak sıkıntılı, tehlikeli olmadı mı? 
Devrimci halk savaşı yürüyordu. Ve toplum kendi kendini koruyordu. Onları gerçek oyuncular olarak filme dahil etmek, gerçek silahların kullanılması tehlikesi büyük bir iş. Riskliydi. Ve biz bu riski göze aldık. Korktuğumuz şeyler başımıza geldi de. Şehadetler yaşanmadı ama yaralanma oldu. Savaşçı oyuncularımızdan biri yaralandı bu yüzden. Şimdi çok iyi, zaten sonradan yeniden çalışmaya dahil oldu.
Peki bu durumlar geri adım attırmadı mı sana, yani korkmadın mı?
Genel anlamda hayır. Çünkü hep savaş filmi çektik. Devam edilmeliydi. Ama kişi olarak o savaşçının yaralandığı birkaç saat benim ömrümün yarısını götürdü. İyi olduğunu öğrenene kadar hayatım durmuş gibiydi. Bir filmin bir insanın canına mal olması kadar ürkütücü bir şey olamaz. Savaş esnasında kazalar olabilir. O işin doğasında olan bir şey fakat sinema çekerken bir insanı kaybetmek korkunçtur. Affedilemez, her şeyden önce sen kendini affedemezsin! Çok ağırdı. Yani o savaşçıya bir şey olsaydı o film de biterdi. Muhtemelen ben de asla film çekemezdim.

Dağ gibi mirasın ardılı Dersim Zêrevan (1. Bölüm)

Yazar, kameraman ve yönetmen Dersim Zêrevan (Jihan Asaad Sheikhmous) Dağ sinemasının öncüsü Halil Dağ’ın öğrencisi. Zêrevan, dağların sırrını, Halil’in bilmediğimiz hallerini ve projelerini anlattı.

Dersim Zêrevan ismini yoğun olarak SARA belgeselinin gösterime girdiği zamanlarda duydunuz. Zira Kürt halkının tarihinde önemli bir yere sahip olan kızıl saçlı devrimci Sakine Cansız’ın hayatını anlatan belgeselin yönetmeni, senaristi ve kurgucusuydu. İlk yönetmenlik deneyimini böylesi tarihi yükü ağır bir çalışmayla başlatmış olması Dersim Zerêvan’ı tanıyanlar için pek de şaşırtıcı değil. Dersim Zêrevan, zor’un kadını çünkü. Bir iş gönlünde yer edinmiş ve bunu aklı da onaylamışsa onun başarılmaması imkansızdır.
Yıllardır kendisine dair bir şeyler yazmasını, yaptığı çalışmaları anlatmasını, ama en çok da öğretmeni Halil Dağ’la geçirdiği zamanları anlatmasını istedim bu değerli devrimci mücadeleci kadının.
İşte bu imkanı nihayetinde geçtiğimiz haftalarda Süleymaniye’de yağmurlu bir akşamüstünde gaz sobasının etrafına oturduğumuzda bulabildim. Fırsat bulmuşken sordum da sordum. Uzun yıllardır tanışmamıza rağmen ilk defa duyduğum pek çok şey anlattı.
Çocukken günün ilk ışıklarında henüz yorganın altındayken ülkesizliğin zorlu-acılı hikayelerini dinlemişti büyüklerin sesinden. Zor’un ehemmiyetini daha o yaşlarda kavramış, dengbejlerin o güzel sesinden acının akışını seyretmişti. Ne büyük bir tezattı! Acı-güzel-zor iç içe olacaktı demek. Şifreyi çözmüştü: Güzel olan; acı ve zordu!
İlkler, insan hayatında çok önemlidir. Bu bakımdan şanslıydı. Şifreyi erken çözmesi zor olan hayata yön vermesini kolaylaştıracaktı…
Yazının akışının bu yönde ilerlemesini çok isterdim. Ancak O’nu kendi cümlelerimle anlatmayı ne kadar çok istesem de en iyisi onu kendi cümleleriyle tanımanız. Üç bölüm şeklinde hazırladığımız bu röportajda önce Dersim Zêrevan’ı tanıyacağız. Sonra Dağ sinemasını ve Halil Dağ’ı onun cümlelerinden dinleyeceğiz.
Bugün Halil’in şahadetinin 13. Yıl dönümü. Öğrencisi Dersim Zêrevan’ın isteği üzerine bu tarihte yayınlanmasına karar verdik. Ve röportaja Halil’den bir alıntıyla başlamak isteriz:
“Benim fotoğraflarım, kameramanlığım dağlarda gelişti. Ben bunun bir dağ sırrı olduğuna inanıyorum… Yazı, fotoğraf, kamera, sinema dağın bana eklediği, kazandırdığı şeylerdir. Benim dağa getirdiğim sadece kendi bedenim var. Ama benim dağdan aldığım şeyler çok fazla. Ben dağlarda yetiştim. Bir seyirci olarak değil.” Halil DAĞ
Nereden başlayalım? Biraz çocukluk-gençlik zamanlarını anlatsan ilk önce. Ne de olsa ilk röportaj. Oradan da edebiyat ve sinema maceralarına geçeriz. 
Çocukluğumdan beri yurtsever gelenekli Kürt kültürünün parçasıyım. Hatta şöyle söyleyeyim; ülkesizliğin sancısını çocukluğumuzda nenelerim ve halalarımın bizi uykudan uyandırışından beri biliyorum. Uyanırlar ve daha yatağın içindeyken ülke sohbetlerine başlarlardı. Kürt tarihi, katliamları ve ihanetlerinin hikayelerini anlatırlardı. Dengbejlerin sesinde, çocuk masallarında da aynı şeyler vardı. Kısacası ‘Kürtlerin ülkesizliği’nin trajik hikayelerini dinleyerek büyüdük. İnsan böyle bir çocukluk geçirince ister istemez bir karakteri oluşuyor. Sosyal, psikolojik ve düşünsel olarak bir şekillenme yaratıyor insanda.
AİLE ALBÜMÜNDE YILMAZ GÜNEY FOTOĞRAFI
Mesela bizim aile albümümüzün içerisinde kırmızı kazaklı ve kıvırcık saçlı birinin fotoğrafı vardı. Herkes tanıdıktı ancak o değildi. Aradan yıllar geçti televizyon girdi hayatımıza. Ben de büyümüştüm artık. Filmler izliyorduk ve o kişinin Yılmaz Güney olduğunu o zaman anladım. Bu durumu yaşamımın bir tesadüfüymüş gibi ele almadım. Hayat alfabesinin şifrelerini çözmeye başladığımda bu durum da benim için anlam kazanmaya başladı.
Babamın Libya’dan getirdiği bir fotoğraf makinası vardı. Aile fotoğraflarımızı hep onunla çekerdik. Sonrasında bozuldu. Ama artık benim bir oyuncağımdı. Fotoğraf çekiyormuş gibi yapıyordum. O zamanlar, oyun oynadığım şeyin daha sonraları amaçlarıma yürüyeceğim bir araç olacağını düşünmemiştim.
SİNEMA AMÛDE…
Şunu da söylemek isterim; o zamanlar Kürtlerde sinema kültürü pek gelişkin değildi. Ayrıca sinemaya gitmek pek de tercih edilen bir durum değildi. 1960 yılının 13 Kasım’ında biliyorsunuz yüzlerce Kürt çocuğu ilk kez gittikleri Amûde Sineması’nda Suriye rejimi tarafından yakılarak katledilmişlerdi. Ancak, yanlış değilsem “Soro” adlı kısa bir film çıkmıştı. Tüm Rojava o filmi seyredebilmek için seferber olmuştu.
Şöyle bir ayrıntıyı da hatırlıyorum; Qamişlo’daki sinemada motor yanmış ve küçük bir patlama olmuştu, tüm Kürtler kısa süre içinde sinemanın önünde toplanmıştı. 1960 yılındaki o olaydan sonra sinema bir anlamda ölüm mekanı gibiydi. Çizgi filmler olurdu, fakat Kürt aileleri çocuklarını göndermezdi.
EDEBİYATA MEYİL
1996 yılına gelindiğinde kendime yeni yollar çizmiştim. Özellikle yazım alanında projeleri tercih etmeye başlamıştım. Kürt ve Kürdistan kültürü ve tarihi içerisinde yetişmiş biri olarak en anlamlısının Kürt ve Kürdistan adına savaşanları yazmak olduğuna karar verdim. Bunun için öncelikle araştırmak-tanımak gerekiyordu. 2000 yılına kadar Kürdistan devrimcileriyle hareket edip, Suriye rejiminin zulmüne karşı toplumsal hareketler içerisinde bir aktivist olarak çalıştım. Bu arada dağlarda gerillaların Edebiyat Okulu kurduğunu duydum. Aradığımı bulmuştum. Kısa bir süre sonra artık o okulda gerilla anıları ve şiirlerini derlemeye başlamıştım. Bunun yanı sıra üç yıl boyunca da Zilan (Zeynep Kınacı) üzerine araştırmalar yaparak Arapça dilinde bir kitap (roman) hazırladım.
HALİL’LE İLK KARŞILAŞMA
Burada bir parantez açarak hayatımın yönünü daha sonraları değiştirecek bir anımı anlatmak isterim. Edebiyat Okulu için dağa ulaştıktan kısa bir süre sonra YNK savaşı başladı. Bizim bulunduğumuz yerden savaşan güçler geçerek cepheye gidiyordu.
Biz çeşme etrafında tûzik (su teresi-tere otu) topluyorduk. Bir gün Murat Karayılan, yanındaki bir grupla çeşmede konakladı. Aralarında göze çarpan biri vardı. Yerinde duramıyordu. Elinde fotoğraf makinası gülerek gerillaların arasında dolaşıp duruyor, fotoğraflar çekiyordu.
Daha sonra yola koyuldular. Herkes arkasını dönüp gitti. Ancak o, uzaklaşana kadar bize baktı. Kafasını sürekli selamlar gibi saygıyla eğerek bize bakıyordu. Hatta önüne bakmadığı için taşa takılıp düştü de. İşte o yerinde duramayan gözleri hep bir şeyler arayan Halil Dağ’dı. O kare sürekli hafızamda en taze haliyle yerini korudu. O gün yollarımızın bir şekilde kesişeceğini aynı amaca aynı araçlarla ulaşmaya çalışacağımızı hissettim.
EDEBİYAT OKULUNA VEDA
Yaklaşık dört yıl boyunca Edebiyat Okulu’nda yüzlerce şiir ve gerilla anısını derlemiş, Zilan’ın kitabını da bitirmiştim. Sanki hayatımın yazımsal bölümünü tamamlamış gibi hissediyordum. Yeni bir yolun açılacağını aslında sezmiştim. 2004 yılına geldiğimizde Halil’in artık sinema ekibi vardı, yenilerini de yetiştiriyordu. Olması gereken olacak gibiydi…
Hem Kürtler açısından hem de gerilla açısından yazının çok şey ifade ettiğini, yazmanın tarih oluşturmadaki öneminin farkındaydım. Ama sinema ve sanatla bunu ivmelendirebilirim diye düşündüm. Gerillanın acısını, geçmişini, güzellikleri, sade yaşamını sanatsal olarak sinemayla anlatıp insanların evinin içine kadar götürebilme düşüncesi bile heyecan vericiydi. Kameraya merakım; anlatmıştım çocuklukta belki bir oyuncak olarak elimdeydi ama içten içe bir tutkuya dönüştüğünü görebiliyordum.
Özelde de Kürtler için açacağı kapıları görebiliyordum. Kürtler asırlar boyunca acı ve katliamlarla yüz yüzeydi ve yalnız başına, kimsesiz bir halktı yeryüzünde. Bu gerçeklikleri anlatabilmek-adlandırabilmek için sinema güçlü bir araç.
Yazıdan, görsel mecraya geçmeye karar verdiğin an tam olarak aklında mı?
Kameraya meyilli olmanın baskınlığı vardı aslında. Ele alacağın herhangi bir konuyu görüntüyle okuma ve o gerçekliği veya güzelliği kamera yoluyla yansıtmak çok daha çarpıcı olurdu. Esas kararlaşmayı sağlayan da buydu. Bu da gönüllü bir tercihti benim açımdan.
HALİL’DEN İLK DERSLER
Ardından kamera eğitim süreci mi başladı?
2004’ten sonra görsel dünyaya resmi bir yatay geçiş oldu. Öğretmenim Halil Dağ’dı. Dersler almaya başladım. Derslerin en etkileyici yanı kameranın bir toplumun kalbi ve gözü olduğunu öğrenmemdi. Yaşadığın toplumun sırrını ele almak gibi... Bu yüzden de yürürken, uzanırken, bir toplulukta sohbet ederken o sırra ermenin yollarını düşünmeye başlamıştım. Tüm ruhumu kaplamıştı. Ondandır, öğrendikten sonra da on yıl aralıksız kamera egzersizleri yapmaya devam ettim. Sabah erken herkesten önce kalkar, gece de herkesten geç yatar, eğitimimi hiç aksatmazdım. Vücudun denge hareketleri, ellerin kamerayı vücudunun bir parçası görecek kadar ezberlemesi, bütünleşmesi gibi tüm egzersizleri yapıyordum. Çünkü en temel tekniğin vücudun. O zamanlar gerekli ekipmanlarımız da yoktu.
KAMERA CANLI OLACAK!
Halil, “Eğer gerillayı çekeceksek, onun gibi oturup onun gibi kalkacak, onun gibi düşeceğiz. Kısacası kamera canlı olmalı” derdi. Statif kullanmak veya sabit-durağan bir çekim hedefinden ziyade gerillanın hayatıyla bütünleşen bir kamera olmalıydı elimizdeki. Hem karanlıkta hem mağaralara girerken hem yamaç çıkarken hem dolu-dizgin dağdan inerken; yürürken gökyüzüne bakarken, ay’ı izlerken… Aklınıza gelebilecek tüm gerilla aktivitesinde kimi zaman önde kimi zaman arkada ama hep içinde olabilecek bir şekilde öğrendik kamerayı.
Ayrıca Halil, zayıf noktalarımızın üzerine giderek de öğretiyordu. Mesela bana “korkarım bizim Dersim düğün kameramanı olsun” derdi. Çok öfkelenirdim “göreceksin nasıl bir kameraman olacağımı” diyerek karşılık verir ve azimle çalışırdım. “Bir gün gelecek öğrencinle gurur duyacaksın” dediğimde ise kıyamazdı, hemen “ben şimdi de seninle gurur duyuyorum” diyerek gönlümü alırdı.
Amaçsız bir şekilde kamerayı asla elime alamazdım. Zaten şöyle bir şey vardı; kamerayı ancak 2-3 ay sonra elime verdiler. Öncelikle değerini bilmemizi istiyordu Halil. Nereden gelmiş, nasıl elde edilmiş, bizim elimize nasıl ulaşmış. Bunlar da eğitimin bir parçasıydı.
İKİ KAMERA İLE MONTAJ
Şimdi bir yerlerde bahsetsek sanırım pek inanan çıkmaz ama daha sonra sadece iki kamerayla montaj yapmayı öğrendim. Zaten Halil onlar Beritan’dan önceki filmleri bu şekilde montajlamış. Bilgisayarla filan değil.
İlk film deneyimin?
Fîrmeskên Ava Zê (Zap’ın gözyaşları) filmi. Oyuncu olarak. O zamanlar yeni dahil olmuştum ekibe. 3-4 ay filan olmuştu. Tesadüfi bir şekilde oyunculuk da yaptım.
Az önce kamera aşkını anlatıyordun?
Şöyle anlatayım: Sene, 2004. Gerillaların Kuzey yolculuğu başlıyor. Gerilla Basın Birimi arşiv görüntüleri alırken biz de sinema birimi olarak savaş sahasına giden gerillaları çekiyorduk. Ancak bizim kameramızın pili erken bitti. Koştur koştur gidip yenisini getireyim derken, grup artık yola çıkıyordu. Bir ekip arkadaşım “Halil arkadaş deli oldu!” deyince ben korkup akşama kadar gözden kayboldum. Akşam saatlerinde mutfağa gittim Halil ve Armanc Kerboranî arkadaş bir tabağın üzerinde iştahlı iştahlı yemek yiyordu. Çok yorulmuşlar ve acıkmışlardı belli ki. Bilseydim oraya hiç gitmezdim. Çünkü bu çok büyük bir eksiklikti, beni ekipten bile çıkarabilirlerdi. Bir iki defa da ceza yemiştim piller yüzünden. Hatta bir keresinde setten attılar beni. İşimi tedbir alarak yapmadığım için.
Velhasıl, onları orada görünce acayip panikledim, hemen bir bardak su doldurdum içmeye başladım. Bana baktıklarını biliyordum. Ben de bardağın dibinden onlara bakıyordum. Halil kızdığında gözlüklerinin üstünden öyle uzun uzun bakardı. Yine öyle yaptı ve başını salladı. Ben bardağı bırakır bırakmaz hızla uzaklaştım oradan. Aradan biraz zaman geçti, “Heval Halil seninle konuşmak istiyor” dediler. Halil geldi, hemen söze girdi “Heval Dersim bizim filmde oynar mısın?” dedi aniden. Ben şok oldum. Ben ceza, ekipten çıkarılma gibi şeylerin üzerine düşünürken böyle bir öneri de nereden çıkmıştı? “Hayır, yapamam” dedim çabucak. Oyunculuğu ne yapmışım, ne de seviyorum. Tabi oynadım. Mecbur kaldım yani. Gerçekten de filmde pek iyi oyunculuk sergilediğim söylenemez.
HALİL’İN ZAP’I…
Şu vardı; konunun tarihselliği etkileyiciydi. Ve yaşanmış bir olayın anlatımıydı. Gerillalar bir mağarada tanrıça heykeli buluyorlar. Aynı filmde canlandırmanın yapıldığı şekildeydi. Gabar adında bir gerillaymış. Daha sonra şehit düştüğü için Halil onun anısı gereği bu filmi yapmayı doğru bulmuştu. Zap’ta eski gerillalardan biriymiş ve neredeyse tüm dağlarında, tepelerinde onun ayak izleri varmış. Öyle bir gerillaymış bize anlattığına göre. Bir de Halil Zap’ı kendi gerillacılığının çocukluk dönemi gibi, başlangıcı olarak görüyordu. Hep büyük bir değerle bahsederdi Zap’tan. Bu hikayeyi de anlatınca oyunculuk bilmesem de ‘hayır’ diyemedim.
GRİ BALIKÇIL…
Gerçekten de Zap mitolojik bir yer. Hem tarihiyle hem de gerillalar için öyle. İnsanı kendine bağlayan bir tılsımı var. Halil, “Yola Zap’tan koyulmasam önüm açılmaz” derdi. Misal; her yıl dağ keçilerinin bahar başlangıcında kendini göstermeleri, ayrıca gri balıkçıl’ın görünmesi gerekirdi ki Halil, yaşam yolculuğuna başlasın. Böylesi inanışları vardı. Zap’ın tüm patikaları onun anılarıyla doluydu. Hayatının kutsal bir mekanıydı Zap. Çok arkadaşını yitirmişti oralarda. O kadar çok anlatmıştı ki o insanları, asırlardır Zap’ta yaşıyorum gibi hissediyordum. Hepsini sanki tanıyordum, ailemin fertleri gibiydi. Şehit Ahmet Rapo, Şehit Sarya Baran, Şehit Serhad ve onlarca gerilla. Hiçbirini görmemiştim fakat sanki hep birlikte yaşamışız gibi hissediyordum. Duygu ve düşüncelerimde büyük patlamalar oluyordu. Artık çeşmelere kendi duygularımın yönlendirdiği isimler takmaya başlamıştım. Yaşama anlamını veren felsefeyi kavrıyordum aslında.
Gerillaların yaşamlarıyla yarattıklarını, Kürt toplumu için yarattıklarını kalbimin derinliklerinde hissediyordum.
ONLAR İHANETE CESARET EDEBİLİYORSA…
Sonra Beritan filmine mi geçtiniz hemen?
Zap’ın gözyaşları filmi aslında bizim için bir antrenman oldu. Beritan büyük bir projeydi ve riskliydi. Hiçbir hatayı, başarısızlığı kabul etmezdi. Tek yol vardı o da başarmaktı. Zap’ın gözyaşları filmi beğeni toplamıştı çok yapıcı eleştiriler almıştık ve cesaretlenmiştik de.
O zamanlar yoğun bir karmaşa da vardı. Kürt Özgürlük Hareketi’ne dönük imha saldırıları, iç karışıklıklara sebep olmuştu. İhanetler yaşanıyordu. Saldırılar sadece Özgürlük Hareketi’ne dönük değildi. Onun şahsında özgürleşme iddiasındaki her Kürdeydi. Ve gerillanın da kendini, varlığını korumak için yoğun bir çabası vardı.
O günlerde Halil arkadaşın bir sözü vardı “Onlar ihanete cesaret edebiliyorsa, biz de Beritan gibi bir proje önümüze koymaya cesaret etmeliyiz!” Bu konuda hem fikirdik. Dört kişilik bir ekibimiz de oluşmuştu zaten. Bu idealimiz doğrultusunda başarılı işler yapabilirdik.
Ve bunun için en zor alanlara, imkanları az olan yerlere gittik. Ancak bahsettiğimiz şeyler maddi imkansızlıklar. Yaşama ruhu-felsefesi güçlü insanlar, doğası da dahil güzelliklerin adeta yağmur misali yağdığı yerler bahsettiğim. Bu güzelliklerin içerisinde, dağların kuytu köşelerinde yaşananların baki kalabilmesi için çabalayacaktık. Bunun tarih olduğunun farkındaydık. Halil arkadaş da hep bu konuya dair fikirlerini bizimle paylaşırdı. “Siz kadınlar olarak biraz da burada Kürt sinema tarihinin başlangıcını yazıyorsunuz” derdi.


KİMDİR?
Dersim Zêrevan (Jihan Asaad Sheikhmous) 10 Şubat 1980’de Rojava’nın Qamişlo kentinde doğdu. 3’ü kız 5’i erkek 8 çocuklu yurtsever bir ailenin ikinci çocuğu. İlk ve ortaokulu Qamişlo’da okudu. Ortaokul sonrası aktivistlik süreci başladı. 1996-2000 yılları arasında Suriye rejiminin Kürtlere uyguladığı zulme karşı toplumsal hareketler içerisinde yerini aldı. Bu yıllarda edebiyata ilgisi gelişti. Kürt ve Kürdistan kültürü ve tarihiyle yetişmiş biri olarak en anlamlı işin Kürt ve Kürdistan adına savaşanları yazmak olduğuna karar verdi. Dağlarda açıldığını duyduğu Edebiyat Okulu onun için biçilmiş kaftandı. 2000 yılının başında girdiği Edebiyat Okulu’nda gerilla anıları, şiirleri derlemeye başladı. Sonrasında yaklaşık üç yıl boyunca Zilan (Zeynep Kınacı) üzerine araştırmalar yaparak Arapça dilinde kitap (roman) hazırladı. Üç yılı aşkın süre yazımsal alanda çalışmalar yaptı ardından sinema mecrasına geçiş yaptı. Zêrevan, sinema yolculuğunun ilk anlarını “gerillayı yazmak güzeldi. Ama sinema ile gerillayı insanların evinin içine kadar götürebilme düşüncesi bile heyecan vericiydi” şeklinde tanımlar. 2004’ten sonra Halil Dağ’ın (Halil İbrahim Uysal) öğrencisi olarak başladı sinemaya. Çocukluğuna dayanan bir kamera aşkı olsa da ilk deneyimi oyunculuk oldu. 2005 yılında Halil Dağ’ın yönetmenliğini yaptığı Fîrmeskên Ava Zê (Zap’ın gözyaşları) filmde Tanrıça İştar’ı (Star) canlandırdı. Berîtan ve Rewiyên Şad filmlerinde kameramanlık yapan Zêrevan’ın ilk yönetmenlik deneyimi SARA (2013-2016) belgeseli oldu. Sonrasında Rojava devrimini anlatan Rûpelên Sor (Kızıl Sayfalar) adlı filmle ikinci yönetmenlik deneyimini geride bıraktı. 2019 yılında ise Şengal’de Ezîdî Fermanı’nı konu alan bir film çekti. Rûpelên Sor ve Şengal filmleri henüz gösterime girmedi. Kürtlerde yeni bir gelenek başlatan Dağ sinemasının öncüsü Halil Dağ’ın şahadeti ardından, anıya bağlılık gereği çok sevdiği kameramanlığı bırakarak yönetmen koltuğuna oturdu.