BİRCAN YILDIZ
(Behdinan)
Coşkun akan suların uğultusu, her bir yağmur damlasının
kendine has sesinin yarattığı ritim. Zirveler beyaza bürünmüş, ruha
kazandırdığı erişilmez dinginlikle. Her bir zirvede kaç metre yağdığını
bilmediğim karların altında onurun-özgürlüğün, toprağının nöbetçileri…
Sadece bir yumruk kadar olan o gencecik kalplerinde karın altında bile
bir toplumun umudunu büyüten ciğer pareleri…
Onyıllardır Kürdistan’ın tüm patikalarına, vadilerine,
zirvelerine ayak basmış, tüm bu zamanların yağmurunda ıslanmış, ayazında
donmuş, sıcağında kavrulmuş, meşe ağaçlarının sırdaşı olmuş ve bayrak
yarışına hiç ama hiç ara vermemiş kadınlı erkekli aşk işçileri onlar.
Tanıyorsunuz!
Uzaktayken ‘bir daha ne zaman?’ diyerek iç geçirdiğim
hayal gibi gelen, yanlarına varınca hala hayal gibi hissettiren şeyi
düşünüyorum. ‘Umudun ve sevginin yoğunluğunda yoğrulmak’ diyorum. Sonra
’Hayır sadece o değil! Bu; toprak sevgisi, ülke olmak, her bir
savaşçıdan birer ülke yaratmak’ diyorum. Hemen ardından ne söylesem
hakkını teslim edemeyecekmişim duygusuna kapılıyorum. Biliyorum, daha
fazlası çünkü!
Anlam zamana işlemiş de havada asılı sanki. Yoksa her
nefeste neden ağırlaşsın ki bu kadar yüreğim? Ciğerlerime hava yerine
anılar soluyorum. Tanıdığım, tanımadığım gerillaların anılarıyla
doluyorum…
Dem, Ağustos’tan bu yana içimde devinip duran ve dağlara
varmadan hiçbir söz söylemeye cesaret edemediğim, adını söylersem sebebi
ben olacakmışım gibi dokunmaya kıyamadığım Atakan yoldaşa selam
gönderme demidir…
***
“…Unutulmuşsam savaş sayfasında
beyaz ipekler içinde değilsem de
doğanın çıplaklığında ve yalınlığında
düşmüşsem örneğin
hem de savaşta
bedenimden sana
kalbim, fikrim
bahar yaprağı fiziğim kalsa da
veya bir parça yüzüm…
Ürkmezsen eğer
eğil ve öp beni
ama ağlama…”
demiştin ya Atakan yoldaş, kalbini dile getirdiğin
şiirinde. Unutmak ne kelime; buram buram sen kokuyor, siz kokuyor dağlar
be yoldaşım! Özlemin, okyanusun deli dalgalarının hiç gidilmeyen
kıyıları dövmesi gibi acıtsa da göğsümün tam orta yerini, seni
hatırlatan diğer anılar gibi başım gözüm üstüne!
Seni anlatmaya kalkışmak ne haddime! Sadece varlığının
yoğunluğunu bil istedim. Senin gibi, bu çağın görebileceği en
bilge-mütevazı devrimcilerden biriyle zamanlarımızın kesişmesi, seni
senden tanımanın onuru yeter bana.
Sen, hep uzak diyarların, sonu olmayan patikaların, zorun
tam ortasında hakikati, inancı ve kahkahanı bir derviş misali taşıdın
gönüllere. Eşit olmayan bu savaşta haklı olmanın cesaretiyle fikir ve
anlam savaşçılığı yürütmekti işin. Sana en yakışan iş yani. Ama yine de
“bir kucaklamada ellerin birbirine değeceği kadar yer kaplayan bir
insan, nasıl olur da her yerde ve her şeyde olabilir?” diye sormadan
edemiyorum. Ve biliyorum, tüm soruların olduğu gibi bu sorunun da en
güzel cevabı sende. Bırak, vereceğin felsefi cevabın peşinden koşayım
zamanda delicesine. Buluşmaları ertelediğimiz devrim sonrasının
baharlarından birinde nasılsa vereceksin cevabı…
Bak bir ezgi yükseliyor karşıki dağlardan, duyuyor musun?
“Şu Dersim’in dağları,
vay lele le vay,
şu Dersim’in dağları vay,
yiğitlerin otağı vay lele le vay
yiğitlerin otağı vay…”
ARMANCIMIZ…
“Herkes kendi ışığıyla ışıldar. Hiçbir alev öbürüne
benzemez. Büyük alevler vardır; küçük alevler, her renkten alev. Kimi
insanların alevi öyle durağandır ki rüzgarda bile dalgalanmaz, kimi
insanlarınsa havayı kıvılcıma boğan çılgın alevleri vardır. Kimi saçma
alevler ne tutuşur ne de ışık serperler; kimileri de öyle bir canlılıkla
yalazlanırlar ki onlara bakınca gözlerimiz kamaşır, yaklaşırsak
üstümüze ateş vurmuş gibi parlarız.” Galeano
Saf ışıktı bizim Armanc…
Ne gün ne güneşin görünmezliğini engelleyemediği. Ruhu
ahularla yıkanmıştı… İnsanı, yoldaşı hissedişin böyle bir raddesi sadece
ve sadece O’na hastı. Omuzlarında taşıdığı yükü aynı zamanda gururuydu
da. Yoldaşlarını ayrı ayrı hissedip sevmek, büyük bir sorumluluk. O, bu
sorumluluğu can-ı gönülden kabullenmişti. Gülün dikeninin her acıtışında
toprağa sevgi adına saldığı ayrı bir kök misali. Toprakla böyle büyük
bağ, bir madalya gibi duruyordu göğsünün orta yerinde.
Çatık kaşlarına bakmayın siz O’nun, hemen ardından gelecek
tebessümü ve o tok sesini asırlar boyu bekleyebilirdiniz. Sesinin
tınısının yarattığı mutluluğu inanın herhangi bir dünyevi şey veremezdi.
Apaktı bizim Armanc…
Sonbahar’ın telaşlı pamuk bulutlarını bilir misiniz?
Gökyüzünün güneş ışınlarının aylardır bedenini dövmesinden usanmış
maviliğini gideren, bereketi müjdeleyen o ilk bulutlar. Öyleydi işte
Armanc.
İnanç ve umut doluydu bizim Armanc…
Büyülü günlere inanmazdı, şansa da! Birey ve toplumlar
ancak direnişle hakikatlerini yaşatarak varlıklarını ispatlayabilir ve
özgürlüğe böyle yürünebilirdi onun inanışında. Bunun için canla-başla
savaşmak, mücadeleyi büyütmek, örgütlülüğü kıtalar ardına taşırmak
gerekirdi. Bu uğurda nerede ihtiyaç varsa orada olmuştu ya. Yoksa kim
heybetli Zagrosları, onun özgürlük kokusunu ardında bırakıp Avrupa’nın
yollarını tutturabilirdi ki O’na?
Emekçiydi bizim Armanc…
Dedim ya; mekan fark etmeksizin, ülkesini sol göğsünde
taşıyarak kapı kapı dolaştı. Toplumunun tüm dertlerine çare aradı,
kavgalar etti iyilik, güzellik ve özgürlük adına. Onlarla ağladı,
onlarla güldü… Çok sevdi onları. Hele onlar nasıl sevdi Armancı…
Gözlerimle gördüm sevginin nasıl ilmik ilmik işlendiğini…
Komutandı bizim Armanc…
Ateşlerde sınanarak ilerlediği hayat yolculuğunun hem
yaşam hem de savaş komutanıydı Armanc. Savaşçılarını karındaşıymış gibi
sevdi. Üzerlerine titredi, bıkmadan-usanmadan anlattı. En çok da nasıl
irade olacaklarını ve savaşın kızgınlığında kendilerini nasıl korumaları
gerektiğini. Öfkelerini diri tutmalarını ama sadece öfkenin özgürlük
savaşçısına yetmeyeceğini, onu bilinçle yoğurmaları gerektiğini
öğütledi. Yitirdiği her savaşçısına, yoldaşına ayrı ayrı gözyaşı
dökmesini de bildi. Belki yaslarını tutacak zamanı hiç olmayacaktı kalbi
attıkça ama yüreğinde hepsine yer yaptı. Bir insan yüreğini kaç parçaya
bölebilirse o kadar böldü! Özlemini ay ve yıldızların parıldadığı tüm
gecelerde bir kayaya yaslanarak usul usul gözyaşlarını toprağa salarak
giderdi… Hiçbir yarasını yoldaşına göstermemeye özen gösterdi. Zira öyle
öğrenmişti.
Parçası olduğu, dünyanın vicdanı olarak nam salmış
Özgürlük Hareketi’nin bir ferdi olmak O’nun kendine verdiği en kıymetli
hediyesiydi. Bu hediyenin ağırlığınca sevdi, yaşadı ve savaştı Armanc.
“bu gece gözlerinin göğünden
şiirime yıldız yağıyor
kağıtların beyaz sessizliğinde
kıvılcım ekiyor pençelerim
…
evet, sevmenin başlangıcıdır bu
gerçi belirsizdir yolun sonu
ama ben artık düşünmüyorum sonu
sevmektir güzel olan çünkü
…
öyle doluyum ki seninle
kendimden döküleceğim toz gibi
bastığın yere baş koyacağım usulca
uçarı gölgene asılıp kalacağım…”
Furuğ Ferruhzad
***
Şimdi uzak zamanları düşlüyorum, bu incecik patikaların
taşıdığı sonsuz ağırlığı… Gözünüzün değdiği tüm detayları… Dersim’de
Munzur’a bakan tüm vadilerdeki meşe ağaçlarını mesela. Gabar’daki Badem
ağaçlarını… Toprak altında baharla birlikte sizi açmak için sabırsızca
cemrelerin düşmesini bekleyen kökleri… Nice yorgunluğun ardından
vardığınız çeşmeleri mesela… Boylu boyunca uzandığınız o toprağı…
En çok da herkese ve herşeye yeten sevginizin
çıkarsızlığını düşlüyorum… Bu arada sevme şeklinizi ne çok sevdiğimi
keşfediyorum! O da sevilir mi demeyin! Sizi ne çok sevdiğimi
biliyorsunuz. Nasıl özlediğimi, son nefese kadar nasıl özleyeceğimi de!
NOT:
Bu yazı; 26 Ocak 2019'da Yeni Özgür Politika gazetesinde ve ANF'de yayınlanmıştır...