Işığın karanlığa boğulduğu bir gecede, genç bir savaşçı, gecenin
yağmur damlaları ile kirlenen sessizliğinde, kusursuz bir sükunet ile nefesini
tuta tuta düşmanının üzerine süzülüyordu…
Islanan yosun kaplı kayalara, yaşadığı zamanların kiri ile
lekelenmemiş göğsünü sürüyor; saçları, mazi ağaçlarının yapraklarının ucunda
her an düşmeye ve kendilerine uğrayan her canlıya dokunmaya hazır cömert
damlalarla iyice ıslanıyordu. Ve bu, karanlık gecede hiç kimsenin görme şansı
olmasa da savaşçının en güzel, en gerçek halini ortaya çıkarıyordu…
Her adımda karanlığı koyulaşan gecede, gençliğin gümbürtülü dağ
nehirleri misali henüz yolunu bulmamışlığına ve gerçek dünya ile uçurumlaşan
heyecanlarına yakışmayan bir sessizlikle ilerliyordu. Savaşçı her kusursuz
hareketinde, sanki gecenin sessizliğine dokunmamayı, bir ibadeti yerine
getirmenin özeni ile yapıyordu. Karış karış yol alıyor ve düşmanının nefesini
duyuncaya, toprak, ağaçlar ve damlalara
yeşilini vermede minnetsiz yosunların kokularına tezat, kirli postal kokusunu
hissedinceye kadar yaklaşmak istiyordu…
Yükseliyordu
savaşçı… Işık
saçtığı gecelerde, ayın göklere kusursuz yükselmesi gibi… Tırmanıyordu savaşçı,
nesli avcılara direnmiş bir panterin avına yaklaşması gibi… Yaklaşıyordu, bir
özleyenin sevgiliye yakınlaşması gibi… Nefes alışları hızlanıyor, alın terleri
yaprakların uçlarındaki damlalar gibi olgunlaşıyor, karanlığa alışan göz
bebekleri bir kurt gibi yükselişteki hiçbir kıpırtıyı kaçırmıyordu.
Sol eli ile taşları,
baharın gür otlarını ve O’nu zirveye ulaştıracak kaya yarıklarını yoklarken;
sağ elinde, her an gecenin ışığını yutan karanlık ile dayanılmaz sessizliğini
bir uçurumdan aşağı yuvarlayacak, kendi yumruğundan biraz büyük, halkası çekilmiş,
zinciri koparılmış, azat edilmiş ve öfkeden çatlamak üzere olan bir ateş topu
taşıyordu…
Avucunun içinde sım sıkı tuttuğu ateş topu ile kükreyecek, sesleri
öldüren karanlık gecenin zirvesinde karargah kuran düşmanını, ses, ateş ve ışık
ile dipsiz bir kuyuya devirecek,
kendisine ait ne varsa ellerinden söküp alacaktı…Ve tüm buları bir nefeste
karanlık karargahın askerleri ne olup bittiğini anlamadan olacaktı…
Donmuş geceden, dağ nehirleri gibi akan bir hayatı hemen o gece
kuracaktı. Dünya yeniden dünya olacak, neşeli türküler, halaylar, yanakları
rüzgarla pembelerin en güzelini almış kocer çocukların sesleri duyulacak,
şehirlerin ışıkları yeniden yanacak ve tüm bular gecenin içine bir sel gibi
akacaktı… Tüm zaman ve her yer ışık olacaktı, korku ile gölgelenmiş, endişeli
bekleyişteki gönüllerin içi de…
Bir savaşçı
yükseliyordu…
Ve birazdan, bir dağlar denizi olan ülkenin bir zirvesinde, bir
kıyamet kopacaktı…! Ölüm sessizliği ile genç bir savaşçının yüreğindeki bütün
sesler; karanlığa boğulan kara gece ile Güneş’in ışıkları, bir zirvede muhteşem
bir cenge girecekti… Ve zamanın koca terazisinde kayda girmeyecek bir an içinde
kaderin kocaman bir taşı konacaktı…
Alnına düşen ıslak saçları, yarıklardan süzülen narin bedeni ve
sağ avucunda yüreğinin ateşi ile ısınan ateş ile karanlığı vuracaktı genç
savaşçı… O, bir ömrü, tanrıların insana biçtiği sınırların son haddine kadar
yaşamaya müstahak savaşçı birazdan dev bir savaşa girecekti…
Uçlaşmış bir dengesizlikte,
adı Xebat olan bir savaşçı, demirden bir kader gibi bir ülkenin etrafına ve
yüreğine sarılmış sınırlara karşı, kocaman bir isyanının başını çekecekti.
Bir’ken yüzlere saldırıp, istisna bir zafer kazanacak, hemen erte gece kendisi
ile beraber belki de kendisinden yoksun yoldaşları ile dostları, kendisi gibi
ışık savaşçıları, Dağların Denizi ülkesinin bir yerlerinde, ateş başı
sohbetlerine kurulacaktı…
Kendisi belki onlardan biri
olacak ve sanki bir gün önceki gecede ateşler taşıyan avuçlar bu avuçlar
değilmiş gibi bu sefer sadece yudum yudum içilen, sımsıcak bir çay taşıyacaktı
avuçlarında. Belki de çoktan ateş başındaki dost ve yoldaşlarının yüreğinde
kanatlanıp, sohbetlerinin efsanesi ve O’nların ateşe suskun ve derin
bakışlarının sebebi olmuş olacaktı…
Birazdan bir
kıyamet kopacak…
Genç bir savaşçı düşmanının kalbine saldıracak…
Birazdan bir zirvede iki kader çarpışacak ve biri uçurumdan
aşağıya yuvarlanacaktı…
Hüseyin AKDOĞAN'ın
(Ş. ARMANC Kerborani) 30 Nisan (saat: sabah 05:47) 2006'da yazdığı yazı...