'Sade insan en seçkin insandır...'

9 Şubat 2021 Salı

Yüzlerce hayatın FEDA haline dokunmak… (6)

 


  • BİRCAN YILDIZ / KOBANÊ
  • Çarşamba, 3 Şub 2021, 10:29  ANF

Acının değmediği neredeyse hiç kimsenin olmadığı Kobanê’de sanırım bu da bizim en zorlandığımız görüşme. Ondandır iki gündür kıvranarak nasıl giriş yapacağımı düşünüyorum. Sadeleştirerek başlamak en doğrusu gibi. Kobanêli Kelime Şewket Aldemir, buradaki savaş boyunca Şehit Aile Kurumu adına Kobanê’de kalan tek kadın. Erkek kardeşi Şahap 90’ların başında Bitlis’te şehit düşmüş. Diğer kardeşi Gernas ise neredeyse 30 yıldır Özgürlük Hareketi içerisindeki mücadelesini sürdürüyor. Kelime ile birlikte aynı ekipte olan üç de erkek var. Onlar da şehit yakınları. Biri şehit babası, ikisi şehit kardeşi… Dört kişilik ekip. Görevleri: Şehitleri sonsuz yolculuklarına hazırlamak…

Aylar boyunca; yüzlerce şehidi yıkayıp, açık yaralarını dikip, kefenleyen Kelime, yaptıkları işin kutsallığının farkında. Kelime, “Elimizdeki imkanlar dahilinde şehitlerimize son görevi eksiksiz yapmaya çalıştık. Ailelerin zaten ciğeri yanmış, evladını kanlı veya açık yaralarla görüp daha fazla acı çekmelerini istemiyorduk” diyor.

Sınır kapısındaki yıkık binada yaptığımız görüşmede o zamanın ruhu dolaşıyor adeta… Kelime’ye o günleri yeniden yaşattığımız için biz de acı çekiyoruz ama onları anlatmak, tarihe not düşme zorunluluğumuzun da bilincindeyiz.

“Sohbet ettiğin, birlikte güldüğün insanların bir bir şehit düşmesini, o şehidin naaşını yıkayıp kefenlemenin acısını anlatamam” diyen Kelime, şehitlerle yaşadığı anıları, hikayelerini, vasiyetlerini anlatmaya başlıyor…

AMAÇ; ŞEHİTLERİ İSİMSİZ-KİMLİKSİZ BIRAKMAMAK

“Savaş başladığında biz kurumdan dört kişiydik. Laleşîn adlı savaşçı da bizimleydi. Görevimiz; şehitlerimizi sonsuz yolculuklarına hazırlamaktı. Bazen ön cephelere kadar gidip şehitlerimiz hakkında bilgiler topluyorduk. Çoğu zaman da YPG ve YPJ’den arkadaşlar yanımıza geliyordu. Amaç şehitlerimizin isimsiz-kimliksiz kalmamasıydı. Ama öylesi zamanlar oluyordu ki; bazı şehitleri kemerlerinden bazılarını yüzüklerinden tanıyabiliyordu savaşçılar. Bazen de çıkaramıyorduk.

YÜZÜNDEKİ BENDEN TANIDIK

Mesela bir savaşçı vardı Amedliydi. Üç kardeşlermiş, o ve iki kız kardeşi. Gelip savaşa katılmıştı. Kobanê’de şehit düştü. Biz o savaşçıyı gözünün üzerindeki benden tanıdık. Hatta annesine birkaç fotoğraf gösterdik tanımadı. Bilgisayarda fotoğrafı büyütüp baktıktan sonra ancak tanınabildi. Zaten sonrasında aile DNA testi yaptırdı, doğruydu.

BABASI ŞEHİDİ KOKLADI ‘BU BENİM OĞLUMDUR’ DEDİ

Nusaybinli Şehit Mehmet Zeki Soyal, Şehit Destina Binası’nda şehit düşmüştü. Yıkıntıların altından 3 gün sonra çıkarabilmişlerdi ve haliyle tanımak güçtü. Elbiselerinin ceplerine bakıldı. Şortunun cebinde bir ödeme kağıdı vardı. Oradan anlayabildik kim olduğunu. Kapıdan geçirip ailesine teslim için götürdüğümüzde babası görür görmez, kokladı ve “bu benim oğlumdur” dedi. DNA testi yapılmadan baba öyle söyledi. DNA’yla da teyit oldu o şehit Mehmet Zeki Soyal’dı. Nusaybin’de defnedildi.

VASİYETLER...

Savaş sırasında en yaralayıcı şey; YPJ ve YPG’lilerle sürekli diyalog halindeydik ve o savaşçılar şehit düşüyordu. Bizim için şöyle bir ayrım yoktu; Kobanêli, Kuzeyli, Doğulu, Güneyli! Hepsinin acısı aynıydı. Tanıdığımız tüm şehitlerimizin de değişik hikayeleri, vasiyetleri vardı.

‘SÖZ VER BENİ AMED’DE, KÖYÜME GÖNDERECEKSİN’

Onlardan biri Şehit Cudi Amed’di. Bir defa geldi. Laleşîn arkadaşa bakıp “sen benim anneme benziyorsun” dedi. “Ben de senin annenim zaten” diye yanıtladı Laleşîn. Sonra “Heval bana bir söz vermeni istiyorum. Şehit düşersem beni Amed’e, köyüme göndereceksin” deyince Laleşîn ise “Öyle büyük bir söz veremem” dedi. Çok ısrar etti ama Laleşîn arkadaş “O sözü veremem ve sana da bir şey olmasını istemiyorum” dedi. Başka bir gün şehit arkadaşların kimliğinde yardımcı olmak için yine geldi. Ve yine aynı sözü vermesini istedi Laleşîn hevalden. “Heval Cudî her savaşçı bize vasiyet ediyor, yükümüz ağırlaşıyor. Nasıl böyle bir söz verebilirim?” demesine rağmen, ısrarla “Sen de benim annem sayılırsın, söz ver” deyince Laleşîn çaresiz; “Umarım bir şey olmaz ama eğer olursa da sadece seni Kuzey’e geçireceğimin sözünü verebilirim” dedi. Kısa bir süre sonra şehit oldu Cudî. O günlerde de Türkler hiçbir geçişe izin vermiyordu. Laleşîn “Heval Cudî’ye verdiğim sözünü yerine getireceğim” diyerek çabaladı ve onu Kuzey’e geçirdi. Amed’e oradan da köyüne, ailesine ulaştırıldı.

AKLIMDAN HİÇ ÇIKMAYANLAR...

İki şehidimizin yüzünü hiç unutmuyorum. Naaşları geldi, bildiğiniz kocaman gülümseler vardı yüzlerinde. O şekilde şehit düşmüşlerdi. Yine bir şehit vardı, savaş süreci ve sonrasında da medyada çokça fotoğrafı çıktı. Görmüşsünüzdür. Silahı kavramış ve o şekilde yapışıp kalmıştı, kopmuş koluyla silaha… O’nu yıkıntıların altından biz çıkarmıştık. Başka bir şehit ise zafer işareti yapmış şekilde eli kopmuştu… Bunlar aklımdan hiç çıkmayanlar.

ERTESİ GÜN CENAZESİ GELENLER...

Kasım ayıydı. Yoğun saldırılar oluyordu bulunduğumuz yere ve biz oradan şehitlerimizi alıp başka bir yere taşıdık. Hem hafif yaralılar hem de diğer savaşçılar ara ara gelip şehit kimliklerini tespit etmemizde bize yardımcı oluyorlardı. Şehit Ezda vardı. Bir gün o geldi. Elinden yaralanmıştı. Ben de “Heval Ezda elini sıcak tut, acısı biraz azalır” dedim. “Heval ben de öyle yapıyorum ama hava çok soğuk ağrı hep var” şeklinde yanıt verdi. O gün bayağı bir yanımızdaki arkadaşlarla şakalaştı, bizim Arif arkadaş vardı Ezda arkadaşa çok takıldı. Akşama kadar yanımızda kaldı. Sonra gitti. Ertesi gün cenazesi geldi o savaşçının.

AİLELER DAHA FAZLA ACI ÇEKMESİN DİYE...

Bu şekilde konuştuğun, sohbet ettiğin, birlikte güldüğün insanların bir bir şehit düşmesini, o şehidin naaşını yıkayıp kefenlemenin acısını anlatamam. Çünkü ailesi gelip alacak, ailenin evlat acısı üzerine bir de cenazelerin bakımsız olması daha büyük acı olurdu. Sırf aileler o acıyı çekmesin diye şehitlerimize son görevi elimizdeki imkanlar dahilinde eksiksiz yapmaya çalışıyorduk. Türkler, şehit ailelerine iki saat süre tanıyordu. Gelip çocuklarını görüp, defnedip gitmeleri için.

O yüzden şehitlerimizin açık yaralarını dikiyor, temiz yıkıyor, kefenliyor, morg buzdolabına koyuyorduk. Aileler gelip gördüğünde vücutlarındaki açık yaraları görmesin, vedalaşacakları vakit olsun diye. Ailelerin zaten ciğeri yanmış, evladını kanlı veya yaralarla görüp daha fazla acı çeksinler istemiyorduk.

Bazı aileler de gelip çocuklarını defnettikten sonra gitmek istemiyordu. Biz “acınız biraz soğuğusun sonra gelirsiniz” diyerek kalmalarına izin vermiyorduk.

ŞEHİT HARUN VE ŞEHİT ZÊRÎN

Şehit Harun vardı. Onun üç dayısı şehit düşmüştü. Son dayısı aynı zamanda yoldaşıydı, o da Kobanê’de savaşıyordu. Şehit düşünce çok etkilenmiş ve Harun’u bizim yanımıza göndermişlerdi. 3 gün yanımızda kaldı. Toparladı ve savaşa geri döndü.

Şehitleri ailelerine ulaştırmak, yine kimlik bilgileri için Kuzey’deki MEYA-DER ile telefon görüşmelerimiz oluyordu. O gün telefonum bozulmuştu. Şarj sıfırlanmıştı. Yeni bir tane nereden bulabiliriz diye saldırıların hafiflediği bir saatte çıktık yerimizden. Biraz uzaklaşmıştık ki birden “Heval nereye gidiyorsunuz, suikast yapılıyor sürekli” diyerek bizi uyardı. Perdeler gerilmişti sokakta. Biz sivil olduğumuz için “yeni mi geldiniz Kobanê’ye?” diye sordu. Biz Şehit Aile Kurumu’ndan olduğumuzu söyledik. O da “Kurumdansanız, o zaman gelin birlikte fotoğraf çekilelim, şehit düştüğümde kullanırsınız” dedi. “Allah korusun dedik, bizim yanımıza geleceksen sağ-salim gel” dedik biz de. Fotoğraf çektik birlikte. “Bir tane de tek fotoğrafımı çekebilir misiniz, şehit ilanında onu kullanırsınız” dedi birden. Bir tane de yalnız fotoğrafını çektik. Ve gitti. Sonradan öğrendik ismi Zerîn’miş. Biz de batarya bulamadan döndük.

Kara Okul (Mekteba Reş) taraflarında çetelerin araba patlattığı gündü. Oradan bize iki şehit getirdiler. Battaniyelere sarılı şehitleri çıkardığımızda Şehit Harun ve Şehit Zerîn’in naaşlarıydı. Biz Zerîn’i sadece 15 dakika görmüştük. Ama gönlümüzdeki yerini sevgiyle yapmıştı.

HEVAL HARUN’UN BAŞINI BEN YIKAYACAĞIM!

Şehit Harun da şehit düşmeden birkaç gün önce gelmişti yine yanımıza. Bizim morg buzdolaplarımız vardı o yüzden sürekli jeneratör kullanıyorduk. Şehit Harun da telefon pillerini şarj etmek için gelmişti. Kendi pillerini bıraktı şarj etmemiz için benim ve Laleşîn arkadaşın telefon pillerini aldı. “Birkaç gün sonra sizinkileri getirir, onları alırım” dedi ve gitti. Cenazeyi hazırladığımızda gördüm ki saçı-başı kirli. “Heval Harun’un başını ben yıkayacağım, sağken yapamadım bari şimdi ben yıkayayım” dedim yanımdaki iki şehit babası İbrahim arkadaşa. O da “Yok, ben yıkarım” dedi. Ben ısrar ettim, “sen ayaklarını ben de kafasını yıkayayım” dedim ve öyle yaptık. Ben şampuanla saçlarını tertemiz yıkadım, hatta tarakla güzel taradım ve öyle kefenledik… Tabi ağlamamızı durduramıyoruz, İbrahim arkadaşla benim gözyaşlarımız sel olmuş akıyor. Ne kadar gözyaşlarımız üzerine damlamasın diye çabaladıysak yıkayıp kefenleyene kadar gözyaşlarımız şehidimizin üzerine damladı… (Burada ağlıyor ve birkaç dakika ara vermek zorunda kalıyoruz)

BAZI İSTEKLERİ YERİNE GETİREMEDİK!

Şehitlerimizin anıları ve vasiyetleriyle dolmuştuk. Birçok şehidin isteklerini de yerine getiremedik. Düşman ilerleyince istedikleri yerlere gömemedik mesela bazı şehitlerimizi. Şehitlerimiz “düşman ancak cenazelerimize basarak bizi geçebilir” dediler. Onlarca böyle örnek insanımız var. Şehitlerimizin kahramanlıklarını duyduğumuzda, gördüğümüzde o dehşet uyandıran savaşın içinde gurur kaynağıydı, moral kaynağıydı.

ROJAVA DEVRİMİNİN SÜTUNLARI KADIN SAVAŞÇILARDIR

Tabii ki kadın direnişinin önemine değinmeden Kobanê anlatılamaz. Cephet El Nusra savaşından günümüze kadar direnişin öncülüğünü kadın savaşçılar yapmıştır. Ş. Viyan Amara, Serzori direnişi, Arin Mirkan ve daha niceleri. Tüm bu kadın savaşçılar Rojava devriminin sütunları olmuşlardır. Kadın savaşçılarımız en vahşi düşman karşısında nasıl direnileceğini ve başarılacağını dünyaya ispatlamışlardır.

KOBANÊ’NİN ÖZGÜRLEŞTİĞİ GÜN CENAZESİ GELDİ...

Şehit Hamza vardı. Halep grubundandı. Şehit düşmeden önce bize yakın bir yerdeydiler ve yanımıza gelmişti şehit sicilinde yardımcı olmak için. Biz de dolma yapıyorduk. “Ooo dolma yapıyorsunuz. Nasıl da acıkmışım” dedi. Biz de “evet az kaldı” dedik. İçeri bilgisayarın başına geçti. “DAİŞ’i yeneceğiz, Kobanê’yi özgürleştireceğiz. Az kaldı. Kuzey, Doğu her yere gideceğiz Kürdistan’ı özgürleştireceğiz” diyordu büyük coşkuyla. Daha yeni şehit sicillerine bakıyorlardı ki telefon geldi. Hemen kalktı. “Heval Hamza birlikte yemek yiyecektik” dedik. “Çatışmalar yoğunlaşmış, gitmem gerek” dedi ve gitti. Kobanê’nin özgürleştirildiği gün Şehit Hamza’nın cenazesi geldi. O günü göremedi! O coşkuyla gelip, hızla gittiği gün söyledikleri geldi aklıma ve “keşke Kobanê’nin özgürleştiğini bir saatlik de olsa görseydi, sonra şehit düşseydi” dedim içimden. Ama olmadı.

YPG basınından Şepik Cudî adlı kadın savaşının görüntülerini izlemiştim. Kobanê’nin özgürleşmesi üzerine konuşuyor, zılgıt atıyor keşke şehit arkadaşlar da bugünü görseydi diyordu. Şehitlerin ismini de sayıyordu. Kısa bir süre içinde o da şehit düştü. Onun cenazesini de ben yıkayıp, hazırladım. Yine Emir Kubadî adlı bir Fars vardı Kobanê’de şehit düştü.

YAPTIĞIMIZ İÇİN KUTSALLIĞINI BİLİYORDUK

Bu savaş sırasında yaptığımız işin kutsallığını biliyoruz. YPJ ve YPG’nin de yardımıyla şehitlerimizin cenazelerinin yerde kalmasına elimizden geldiğince izin vermedik. Kobanê’nin kaybetmesi Kürt halkının yok olması demekti. Ve dört parça Kürdistan’ın evlatları buna müsaade etmedi. Hatta yabancı ülkelerden gelenler de burada şehit düştü. Ayrıca ne Kürtlük ne örgüt bilen insanlar Kobanê savaşıyla kendilerini tanıyıp, savaşa katılarak şehit düştüler.

ACISI MUTLULUKTAN FAZLAYDI O GÜNÜN

Kobanê’nin özgürleştirildiği gün hüzün ve mutluluk karışımı bir gündü. Çünkü yaşamlarının baharında olan yüzlerce genç bugün için şehit düşmüştü. O yüzden onları düşünmeksizin özgürlüğü yaşamak imkansızdır. Benim için acısı mutluluktan fazlaydı o günün. Çok da istedim coşkulu olmayı o gün ama yapamadım.

KOBANÊ’DEKİ DAİŞ SAVAŞI DEĞİLDİ

Kobanê’deki savaş DAİŞ’e karşı verilen savaş değildi. Kürtlerin güç olmasını istemeyen onlarca devlete karşı bir savaştı. Kimse şöyle yorumlamamalıdır “Koalisyon geldi ve Kobanê kurtuldu!” Hayır, YPJ ve YPG’nin direnişi ile düşmedi. Çeteler, Kobanê’nin içine gelene kadar tüm askeri araçları açık açık yol boylarında geldi, herkesin de görebileceği yerlerden geldi bunlar. Fakat direnişin geçit vermeyeceğini gördüklerinde harekete geçtiler. Güya Kürtlere arka çıktılar ama Şêxler tarafından da DAİŞ’e mühimmat aktarılıyordu. Bunları gördük, biliyoruz.

Direnişin olduğu yerde, tüm dünya da karşında olsa başarı kaçınılmazdır. “Ben ruhumu bu halka feda ediyorum” yaklaşımı karşısında hiçbir şey duramaz. Feda’yı, direnişi şehitlerimizden gördük, öğrendik.

REQA VE DÊRAZOR HAMLELERİNDE ASKERİ HASTANE GÖREVLİSİ OLARAK ÇALIŞTI

Kobanê savaşından sonra 2016’nın sonuna kadar da Şehit Aile Kurumu’ndaydım. Girê Spî’de, köy hatlarında, Sirrin’de de kurum şubelerini oluşturduk. Minbic için de çalıştığımız sırada Askeri Hastane’ye geçtim. Yaralı savaşçılarla ilgileniyordum. Reqa hamlesi boyunca ve Dêrazor hamlesi boyunca da yaralı ve şehitleri cephelerden alıp hastaneye getiriyorduk. Benim cepheye gitmediğim bir seferde ambulansta mayın patlattı DAİŞ, Heysem arkadaşımız şehit düştü. O şahadetin ardından Dêrazor’dan bizi çektiler.

5 yıl boyunca aralıksız şehit ve yaralılarımıza elimden gelen görevi yerine getirdim. Öyle oldu ki; tanıdığım tüm insanlar şehit düşüyor gibi geldi bana. Duygusal olarak çok ağır bir psikoloji yaratmıştı bende. İki ay önce bir süreliğine izne ayrıldım.

 

 

Gönderen Bircanyildiz zaman: Salı, Şubat 09, 2021
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Gökteki kuşlar bile gitmişti… (5)


 

  • BİRCAN YILDIZ / KOBANÊ
  • Salı, 2 Şub 2021, 10:28  ANF

Kobanêli Semire Ehmed, 47 yaşında ve 8 çocuk annesi. İki oğlu bir kızı şehit olan Semire ana, savaşın geri cephe emektarlarından. “Doğduğum günden bugüne kadar Kaniya Kurdan’dan çıkmadım” diyor Semire ana. 2005 yılından beri Kongra STAR çalışmalarında. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve şehitlere söz verdiğini ve ömrünün sonuna kadar da mücadelenin içinde olacağını söylüyor.

Savaşın Kobanê’ye ulaştığı gün zorlu bir karar vermesi gerekiyor. Savaş, ‘hiç çıkmadığım’ dedi Kaniya Kurda’dan şehre girmişti. O günü şöyle özetliyor Semire ana: “Düşman doğup büyüdüğüm yere girince vatan, toprak ve ciğer (kasıt:evlat) karşılaştırması yaptım. Anneler için evlattan daha şirini yoktur. Ama böylesi bir durumda toprağın da evladınla eş değer oluyor. Toprağın, ülken olmadıktan sonra neyin anlamı kalır. Bu kıyası yaparak Kobanê’den çıkmadım. Kimsenin toprağı, vatanı insanın kendi toprağı gibi olamaz.”

Semire ana, Sara ve Adle üç kadın, Kobanê’de savaşçıların yanında kalmayı kararlaştırıyor. Semira ananın deyimiyle “Gökteki kuşlar bile gitmişti… Sadece az sayıda savaşçı vardı.” Öylesi bir zamanda toprağı, vatanı evlatlarına tercih eden az sayıdaki insanlardan olmanın gururuyla girişiyorlar işlere…

ÖYLE GÜZEL ÇOCUKLARDI Kİ...

“Savaşçılarımıza yemek yapma başladık. Devrimci gençler Kaniya Kurdan tarafını savunuyordu. Dinlenme yerleri de benim evimdi. Ancak akşamları sınıra yakın bir yere gidiyorduk. Tepenin bir bölümüne çeteler girmişti. Savaşçılar saldırı hazırlığı yapıyordu. Öyle güzel, o kadar genç çocuklar vardı ki; insan kıymıyordu baksın. Saldırıya gittiler Amed adlı bir genç vardı tepeye varmadan şehit düştü. Hemen oracıkta ağaçların altına gömdü savaşçılar. Sonrasında çeteler tepeyi aldılar ve biz de çıkmak zorunda kaldık. Şehit Serhat sokağına geçtik.

YAŞLI AMCANIN KAFASINI KESMİŞLERDİ

DAİŞ çetelerini ‘insanlıktan nasibini almamışlardı’ şeklinde tanımlayan Semire ana, ilk karşılaştığı vahşeti şöyle anlatıyor: “Yaşlı bir amca vardı. Evinden çıkmamıştı. Çeteler, adamı öldürüp, kafasını kesmişlerdi. Bir süre sonra döndüğümüzde battaniyeye sarıp eve koyabildik ancak. Gömemedik bile. Evinin mutfağında gizlenen başka bir yaşlı amcayı ise eviyle birlikte ateşe vermişlerdi!”

SAVAŞ ŞİDDETLENİYOR

Günler ilerledikçe gece ve gündüzlerinin birbirine geçtiğini söylüyor Semire ana: “Savaşın şiddetlenmesiyle bazen günde 3-4 ev değiştirmek zorunda kalıyorduk. Gündüz ve geceyi ayırt edemiyorduk. YPG ve YPJ savaşçıları dışında ne araba ne motor ne de insan vardı.

‘BEN SENİN ANNENİM’

Bir yaralıyı taşıyordu savaşçılar ben de arkalarından gittim. Kulağıma “Ay anam yanıyorum” diye bir ses geldi. Gittim yaralı savaşçının tam karşısında gözlerinin içine bakarak “ben senin annenim” dedim. Sadece “sen benim annem misin?” diyebildi. Son sözleriydi onlar. Kefiyesi vardı, hala yanımda kendi şehit çocuklarımın eşyaları içinde saklıyorum. Çocuklarımdan hiçbir farkı yoktu.

EŞİ DE SAVAŞÇILARLA BİRLİKTE

Oradan çıktık, Şehit Peyman Mahallesi’ne geçtik. Eşim de savaşçıların içindeydi. Telefon ettim çıkmadı. Birkaç saat sonra telefon geldi. Meğer 2,5 saattir mısırların arasındalarmış, sürekli suikast yapıldığı için orada bir arkadaşıyla birlikte çıkamamışlar. En küçük harekette bile ateş ediyorlarmış. Neyse ki şimdi iyilerdi.

‘ANNECİM, BİZ OLDUĞUMUZ SÜRECE KOBANÊ DÜŞMEZ’

Öyle bir zamandı ki gökteki kuşlar bile gitmişti… Sadece az sayıda savaşçı vardı. Bir grup kadın savaşçı vardı, gidip yanlarına oturdum. Kimsesiz kalmışız gibi üzerimde bir kasvet vardı. Kadın savaşçılara “Kobanê kurtulacak mı?” diye sordum. Bir savaşçı (Kuzeyliydi) yıkıntıların üzerinde oturmuş, silahı elinde sıkı sıkı tutuyordu. Bana dönerek “Anneciğim, canımızın son damla kanına kadar savaşacağız ve Kobanê’yi özgürleştireceğiz. Biz olduğumuz sürece Kobanê düşmez!” dedi. Coşku ve inançla söylemişti. O’nun sözleri karşısında zılgıt çekerek “Biz de o gün gelene kadar yanınızda olacağız” dedim. Üzerimdeki karamsarlığı dağıtmıştım. Belki silah kaldıramaz, savaşamazdım ama elimden ne gelirse onu yapacaktım.

‘DİREKLERİN GÖLGESİ SAYESİNDE UYUDUK...’

Bir gün biz üç kişi yalnız kalmıştık. Akşam oldu. Uyuyacağız ama tedirginiz. Hemen tepemizde ise iki gölge uzanıyor, insana benziyor. Ben de “bunlar nöbetçilerdir” deyip ortamdaki o tedirginliği gidermek istedim. Arkadaşlarımın içleri rahatladı ve gidip yattılar. Tabii ki orada nöbetçi yoktu, mecburen öyle söyledim. Sabah kalkınca gördüler ki direklerin gölgesidir. Gelip bana söyleyince ben de “ne olacak direklerin sayesinde rahat uyuduk” dedim.

BİR TARAFINDA ŞEHİTLER UZANMIŞ, DİĞER TARAFTA SAVAŞ...

Hemen yukarımızda bir cami vardı, oraya gittik. Laleşîn arkadaş da oradaydı. Yanlarına varınca 16 şehidin olduğunu gördük. Caminin bahçesine koymuşlardı. Ağır bir atmosferdi. Karanlık çökünce ne elektrik var ne de sigara yakabilirsin yerin deşifre olmasın diye. Bir tarafa bakıyorsun şehitler uzanmış, diğer tarafa bakıyorsun savaş sürüyor… Öylece geceyi bekledik, şehitlerimizi kuzeye göndermek için. Gece 2’de şehitlerimizi kapıdan gönderdik ve geri döndük yerimize.

BİR SAVAŞÇI KENDİ KANIYLA ‘KOBANÊ’YE BORÇLUYUM’ YAZMIŞTI DUVARA

Savaş sırasında çok fazla ev değiştiriyorduk. Bir eve girmiştik Şehit Serhat Mahallesi’ndeydi. Bir yaralı savaşçı kendi kanıyla duvara “Kobanê’ye borçluyum” yazmıştı. Bir gençtir hem bu halk için canını veriyor ama ona rağmen “borçlu” yazıyorsa benim ne yapmam gerekir? İşte özgürlüğün bedeli candan başka bir şey değildir. İlla ki şehit verilecek. İnsan dönüp kendinde aramalı birçok şeyi. Ben öyle yapıyorum. Mesela şimdilerde günün büyük bölümü sokak sokak evleri geziyoruz. Bunu yaparken örnek olmamız gerektiğini biliyorum.

ŞEHİT KIZI VE OĞULLARI...

Semire anadan şehit çocuklarından biraz bahsetmesini istiyoruz: “Oğlum Agit, YXK’nin başıydı katıldı. Eğitime gitti Efrîn’de eğitimini gördü. 2018’e kadar da savaşın içindeydi. Kalp kriziyle şehit düştü. Harun 2011’de katıldı 2015’te şehit düştü. Kobanê savaşı sonrası adım adım köylerini özgürleştirdiler. Sonra Girê Spî savaşına katıldı. En son da Minbic’te şehit düştü. Şehit düşmeden önce ben de zaten yine onlara yemek yapıyordum. Bana “Kobanê özgürleşti, Girê Spî, Sirrin de öyle. Bu da son hamledir bunda şehit düşmezsem daha da bana bir şey olmaz. Ama şehit olursam da bir damla gözyaşı dökmeyeceksin. Benim şehit merasimimde konuşacaksın sonra da benim şarkımı söyleyeceksin. Bana sürekli söylediğin şarkıyı” Ben de bir tane yapıştırdım “ne biçim konuşuyorsun?” diye.

Ama onun dediklerini bir bir yaptım. Merasimde konuşmamı yaptım ve o şarkıyı da söyledim. Şarkının ismi “Lawo lawo Harune min lawo” aslında “Aldarê min lawo” şeklinde geçiyor şarkıda ama ben değiştirmiştim “Harunê min lawo” diye söylüyordum. Sonra diğer çocuklarımın de ismini koyarak söylemeye başladım.

Jin ise 16 arkadaşıyla Şêxler’de şehit ettiler ve cenazeleri Cerablus’a götürüldü. Alamadık henüz. Harun “Ben sana Jin’in cenazesini getireceğim” diyordu hep.

Anne şarkıdan bahsedince, bize biraz da olsa mırıldanmasını istiyoruz. Kısa bir ikirciklik yaşıyor sonra da başlıyor şarkıyı söylemeye:

Lawo lawo Harunê’m lawo

Lawo lawo ax Jin’am lawo

Lawo lawo Egid’em lawo

Axx dilê dayika we biheliyawo

 

Kela Jîn’e ax kela Harun

we ji me girtiye wa canên cihan

Mij u duman berf u baran

Harunê’m ketiye wa cenga giran

Egide’m ketiye wa cenga giran

 

Lawo lawo Harunê’m lawo

Lawo lawo ax Jin’am lawo

Lawo lawo Egid’em lawo

Axx dilê dayika we biheliyawo

Şarkıyı okurken Semire ananın sesi titriyor fakat ağlamıyor… Hemen konuya dönüyor:

KOBANÊ’NİN GÜNDÜZÜNÜ GÖREMEYEN SAVAŞÇILAR...

“Kobanê küçük bir yer ama tüm dünyaya direnişiyle damgasını vurdu. Kobanê’nin ismini daha önce duymayanlar gelip burada şehit düştü. Bazıları gece geliyordu gündüzün olmasını iple çekiyorlardı ki; hele bu dünyanın duyduğu Kobanê nasıl bir yerdi? Bazıları onu bile göremediler. Tüm bu şahadetler bize çok ağır geliyordu.

Şehir savaşı zordur. Mahalleleri tanımak gerekir. Yeni gelen bazı gruplar, yollarını şaşırdığı için düşmanın içine girip şehit düştü. Bazen bir evin avlusunda bizim savaşçılar bitişiğindeki evin avlusunda düşman vardı.

Hemen yaralıların kaldığı yerin yanında kalıyorduk. Onlara yemek yapıyor, elbiselerini yıkıyorduk. Bazen de gidip onlara moral yapıyor, şarkılar söylüyorduk. Bazen de onlar “anneler yanımıza gelsin” diyordu. Gidip sohbet ediyorduk.

‘ANNE SEN BURADA NE ARIYORSUN?’

Bir akşam, Şehit Firaz Mahallesi’ne gittik. Savaşçılar bir binanın ikinci katındaydılar. Ağır yaralı bir arkadaş vardı. Şutik’i (Bel bağı) aşağı kadar sarkmıştı. Topladım çıktım yukarıya. Yanına gittim. Adı Yılmaz’dı savaşçının. Gözlerini açtı “Anne sen burada ne arıyorsun? Sen de mi savaşıyorsun?” dedi. “Evet ben de savaşa geldim. Benim gibi anneler çok” dedim. “Doğru diyorsun” dedi. Bir saat geçmeden şehit düştü.

Kobanê’nin direniş hikayelerini yıllarca anlatsan bitmez. Bazen birlikte kaldığımız arkadaşlarla öyle savaş üzerine sohbetler ediyorduk. Bir ara “Sara biz zaten birlikte şehit düşeceğiz” dedim. “Nereden biliyorsun birlikte şehit düşeceğimizi?” dedi Sara. Ben de “Hep yan yanayız, kesin şehit düşerken de yan yana olacağız” dedim. O ise “Hayır, bir gün gelecek. Etrafımızda torunlarımız Kobanê’de yaşanan kahramanlıkları, şehitlerimizi anlatacağız” şeklinde yanıt verdi.

KARIŞ KARIŞ ŞEHİTLERİN KANI VAR KOBANÊ’DE...

İnsan bazen soruyor kendine “yaşadıklarımız bir hayal miydi? Bir rüya mıydı?” diye. Karış karış, adım adım şehitlerin kanı döküldü Kobanê’de. Gencecik çocuklar şarkılarıyla, tililileriyle insanlıktan nasibini almamış çetelerin üzerine yürüdü ve kazandı. Özellikle de genç kadınların rolü çok büyüktün. Korkusuzca düşmanın üzerine yürüdüler. Damgasını vurdular Kobanê’ye. Onlar sayesinde kurtuldu. Bu gerçeği en başta Kobanêliler, sonra da tüm Kürtler hiçbir zaman unutmamalı.

Kobanê savaştan arınınca herkes büyük coşkuyla kutladı, ben bir anne olarak ağlıyordum. Arkadaşlar gelip “niye ağlıyorsun” diye sordular. Ne diyebilirim; keşke şehitlerimiz de bugünü görebilselerdi.

 

Gönderen Bircanyildiz zaman: Salı, Şubat 09, 2021
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Kobanê savaşında gözümüz kulağımız olan bir savaş muhabiri Dicle Şêxo (4)

 


  • BİRCAN YILDIZ / KOBANÊ
  • Pazartesi, 1 Şub 2021, 10:29  ANF

Dicle Şêxo Rojava’nın savaş gazetecilerinden. Savaş gazetecisi diyorum çünkü Kobanê Savaşı’nda ilk sınavını veren Dicle, şimdi Fırat bölgesi olarak adlandırılan Kobanê Kantonu ve çevresindeki 5 özgürleştirme hamlesine de katıldı. Bir omzunda kamerası diğerinde ise keleşi vardı. Sırtında bilgisayarı, belinde ise hücum yeleği. Gülerek “Kobanê özgürleştiği gün ben de mutluluktan hiç kullanmadığım keleşimle bir şarjör boşalttım” diyor. En tehlikeli cephelerde haber takibi yaparken savaşçılar canları pahasına onları korumuş. Ve silahı kullanmasına gerek kalmamış. Genç kadınlara ve yurtseverliğe örnek gösterilecek bir hikayesi var aslında Dicle’nin. Dicle savaş öncesi aile zoruyla nişanlandırılmış. Bayramda evlenecek. DAİŞ’in saldırısıyla bütün öncelikleri değişiyor. O gün kuşandığı kamuflajlı elbiseleri hem mesleki hem de askeri teçhizatı için “Artık gelinliğim bunlar. Ben de Kürdistan’ın gelini olacağım” diyerek yeni bir hayat yolculuğu başlatıyor.

2010’a yani Kobanê savaşından dört yıl öncesine gidip Dicle’nin devrim öncesi hayatına bir göz attıktan sonra savaş hikayelerine girmek daha doğru gibi.

 

Dicle anlatıyor: Adım Dicle Şêxo. Kor Ali köyündenim. 6 yaşımdan sonra Reqa’ya taşındık orada yaşadık. Okula Reqa’da gittim. 2010’un Newroz’unda rejim güçleriyle Kürtler arasında çatışmalar çıkınca bizim de Reqa’yı terk etmemiz gerekti. Zaten babam üzerinde çok baskı vardı cepheci olarak çalıştığı için. Oradan Minbic’e gittik. İki yıl orada kaldık. Okuluma devam ettim. Tabi o sıralar toplumsal alanda örgütlülük ve meclis çalışmaları oluşuyordu. Kürt kadınları, özellikle de genç kadın azdı. Ben ve babam da meclis çalışmalarına katılmak için gittik. Eşbaşkanlık seçimi oldu en çok oyu ben alarak meclis eşbaşkanı seçildim. İlk iş olarak Halk Evi açtık. Rejim hala oradaydı ve biz gizli çalışmak durumundaydık. Kadın odamız da vardı. Hem kadınların hem gençlerin sıkıntılarını gideriyor hem de basın çalışmalarında yer alıyordum. 2012’ye kadar da bu şekilde çalıştık. 19 Temmuz Devrimi’nin Minbic’e büyük etkisi oldu. Rejim çıktı fakat çeşitli İslami gruplar girdi. Kürt mahallerinde ise YPG örgütlenmesi oluştu.

Biz oradan bu sefer de Kobanê’ye geldik. İlk 3 ay babam çalışmalara girmemi istemedi. Fakat ben gizli gizli basın çalışması için gidiyordum. Günlerce-haftalarca babamla konuşmadım. Bir süre böyle bir baskı oluştu üzerimde. Ama ben aileyi konuşmama pahasına da olsa dinlemedim. Tabi ara ara haberlerim gazete ve TV’lerde çıkmaya başlayınca onlar da yumuşadı. Gelişimimi görünce pek yansıtmamakla birlikte mutlu oluyorlardı. 2012’nin sonlarında Qamişlo tarafında yapılan 15 günlük basın eğitimine gidip dönünce artık tamamen bu işe girdim.”

Dicle aile zoruyla nişanlandırılıp bir ay sonra ise evlenecekmiş. Tabi devrimin işleri çok. O süreyi 1,5 yıla kadar çıkarmayı başarıyor. Dicle’den dinleyelim detayları: Qamişlo’dan döndüğümde Kongra STAR örgütlenmesi başlamış, YPJ kurulmuştu. Yeniden yapılanma vardı kısacası. Aile de savaşçı olarak katılmamdan çekiniyordu. Bir gün halamlar beni istemeye geldi. Pek de bir şey yapamadım, evet demenin dışında. Nişanlandım. Halamın oğlu Güney’deydi ve aileler o şekilde nişanı gerçekleştirmişti. Hemen sonrası Girê Spî savaşı başladı. Her gün şehitler geliyordu. Şehit haberlerinin takibini de ben yapıyordum. Sürekli bir baskı vardı gidip evlenmem konusunda. Normalde bir ay nişanlı kalacaktım ama ben sarkıtmıştım. Neredeyse 1,5 yıl olmuştu. Artık baskı artmış ben de mecburen ‘tamam’ demiştim. Bayramda düğünümüz olacak. Hazırlıklar tamam. Arkadaşlarım gelinlik, kuaför her şeyi ayarlamıştı…

SAVAŞÇILARIN ÜZERİMDE ÇOK EMEĞİ OLDU, NASIL TERK EDİP EVLENİRDİM!

Bayramda Kobanê Savaşı başladı. Köylerde başlayan savaş 22 gün sonra şehir merkezine varmıştı. Biz de o arada köylerdeki direnişleri takip ettik. Aile bu defa da beni Kobanê’den çıkmam için ikna etmeye çalıştı. Yaklaşık üç yıldı bu işi yapıyordum ve o kadar emek vardı üzerimde savaş zamanında çalışmayacaktım da ne zaman çalışacaktım? Aileye katiyen Kobanê’den çıkmayacağımı söyledim. Tabi nişanlım da zorluyordu ‘gel’ diye. Ben de ona ‘eğer beni seviyorsan sen gel, kalacaksak da gideceksek de birlikte yapalım’ dedim. O ise ‘hayır’ dedi.

Cephelerde bir sürü savaşçıyla tanıştık, Efrîn’den, Kuzey’den birçok farklı yerlerden gelmişlerdi. Üzerimizde emekleri vardı. Ben Kobanêli bir kadın olarak nasıl terk edebilirdim onları! Nasıl evlenirdim! Aslında ailem de savaşın içindeyken evlenmeme karşıydı, onları da en azından şimdilik ikna etmiştim.

ŞEHİR SAVAŞI ÖNCESİ...

Dicle, ilk acı anılarını köylerde yaşanan savaşta ediniyor. Yaralılar, şehitler, fedailer…

“Tehlikeli yerlere de gittik. Şahadetlere şahit olduk. Zordu. Ama savaşçılardan da büyük moral alıyorduk. Bazen de biz onlara moral veriyorduk. Öyleydi ki; bazı savaşçılar günlerce uyumuyordu. Biz de o arada savaş hikayeleri topluyorduk. Bir savaşçı şehit düşmeden önce şöyle bir anısını anlatmıştı: “Bir gün o kadar çok uykusuzum ki üzerine ben de doçkacıyım (uçak savar)! Doçkanın emniyeti açık ve taramanın üzerinde. Bir an dalmışım, elim de tetikte. Tarama sesiyle fırladım. Neyse ki kimseye bir şey olmadı.”

Gazeteci olarak hem sayı hem de teçhizatlarının yetersiz olduğu anlatan Dicle, aslında yaşam tecrübesi ve bilinç itibariyle de yetersiz olduklarını düşünüyor. Buna rağmen ellerinden geleni yapmaya çalıştıklarının da altını özenle çiziyor. Tabi Dicle hem Kobanêli, hem genç bir kadın hem de gazeteci olarak savaşta bulunduğu için çok yönlü olmanın da zorunluluğunun farkında. 15 Eylül akşamı başlayan şehir savaşını şehitlere öncelik vererek anlatmaya başlıyor:

FEDA EYLEMLERİ...

 “Şehir savaşı başladığında YPG-YPJ savaşçılarının sayısı azdı. Savaşçıların bir bölümü fedai eylemler yaptı. Arin Mirkan, Destina gibi savaşçılar. Destina Qendîl ve 11 savaşçının Kaniya Kurda’daki fedai eylemi mesela çok önemlidir, DAİŞ’in ilerlemesini engelleyen bir eylemdir. Kobanê’nin batısında en yüksek tepe olan Dolê Tepesi’nde Eriş ve Zozan adlı savaşçılarla birlikte 11 savaşçının fedai eylemi var. Şehit Eriş ve Şehit Zozan birlikte oldukları arkadaşlara şunu söylüyorlar: “Hepimiz birer mayın olacak, tanklarında patlayacağız. Çetelerin bu tepeden Kobanê’ye bakmasına müsaade etmeyeceğiz” şahadete bu şekilde gidiyorlar.

Şehit Revan var mesela. Yine YPG’li birçok fedai eylem yaptı. Serzorî Direnişi tarihidir. DAİŞ’in ilk kırılması burada yaşandı diyebiliriz. Bu fedai eylemleri yansıtma konusunda biz basın olarak yetersiz kaldık diyebilirim. Şu da var; bazı yaşanmışlıklar ne bir fotoğraf ne de bir yazı ile anlatılabilir.

KUZEY’E ZORUNLU GİDİŞ...

DAİŞ’in şehre girmesiyle herkesle birlikte bizim de çıkmamız gerektiğini söylendi. “Kuzey’e gider orada işinize devam edersiniz” dediler. Kabul etmedik ama yine de gönderdiler. 15 gün Suruç’ta gözaltında kaldık. Psikolojik olarak büyük bir işkence gördük. “Sizi DAİŞ’e vereceğiz, özellikle de kadınları” şeklinde sürekli tehdit ediyorlardı. Biz de açlık grevine girdik. Kötü olan; savaşın şiddetini hissedebiliyorduk. Patlama seslerini duyuyorduk. Çıktıktan sonra aile de nişanlım da tekrar gitmemem konusunda çok uğraştılar. Fakat ben savaşçıları bir daha yalnız bırakmayacağımı söyleyerek geri döndüm Kobanê’ye.

ÇOCUKLAR EVLERİNE DÖNEMEYECEKLERİNİ HİÇ DÜŞÜNMEDİLER

Kobanê’deki esas görevim savaşçıların hikayeleri ile Til Şehr’de yaşayan halkın hikayeleriydi. Günlük olarak halkın içine gidiyordum. Yaşam koşulları o kadar zordu ki! Bir taraftan yağmur yağıyor, soğuk, sınırdaki askerler gaz bombalarıyla onlara saldırıyordu. Ayrıca her gün havan atılıyordu kaldıkları yere. Yine DAİŞ çeteleri suikast yapıyordu. Şehitler, yaralılar oluyordu halktan. Orada kalan halk kendi savunmasını da kendileri alıyordu. Akşamları nöbet tutuyorlardı. Çadır filan da yoktu, herkes kendi arabasının yanında küçük bir sığınak yapıyordu. Havan atıldığında çocukları ve yaşlıları korumak için yapmışlardı. Çocuklar vardı, sohbet ediyorduk. Kimi evde küpesini unuttuğunu, kimi de oyuncaklarını… Bir çocuk tavuklarının geride kaldığını ve onlarla oynamak istediğini söyledi. Çocuklar hiç evlerine dönemeyeceklerini düşünmediler mesela. Savaşçılarını seviyorlardı.

Savaşçılar o sıra ellerinde kalan az sayıda mahallede direniyordu. Sokaklara perdeler çekilmiş, pencere önleri kum torbalarla mevzilere dönüştürülmüş, binaların duvarlarında delikler açılmıştı. Öyle bir zaman geldi ki; binanın dairelerinden birinde savaşçılar, diğerinde DAİŞ’liler vardı. Bir bahçenin karşılıklı taraflarında yine aynı şekilde.

SAVAŞÇILARIN KOMİK HİKAYELERİ...

Biz fırsat buldukça savaşçıların anılarını anlatmalarını istiyorduk. Aralarında tabi komik olanlar da vardı. Şehit Hamza bir anısını anlattı: “Bir gün kaldığımız evin diğer odasından sesler geldi. BKC, B7 gibi silahlar ve el bombalarıyla saldırdık. Toz dumanın içinde bir de ne görelim çıka çıka bir kedi çıktı!”

Yine bir gün kesip yiyecekleri bir keçi kaçmış başka bir cepheye gitmiş. Pencereden onun DAİŞ çetesi olduğunu düşünüp ateş etmişler. Sonra fark etmişler ki; keçidir!

Binaların duvarlarını balyozlarla deldikleri bir gün ise; savaşçılar bu taraftan çeteler de meğer diğer taraftan deliyormuş. Delik açıldığında çeteyle karşı karşıya kalmışlar. İlk afallamadan sonra bombasını atıyor, çete bu tarafa o diğer tarafa derken çetenin bulunduğu tarafta patlıyor.

Çok içine geçildiği için tuhaf olaylar da yaşamışlar. Yolunu kaybeden iki çete, savaşçıların olduğu tarafa gelmiş. Tabi o zamanlar elbiseler birbirine benziyor. O sırada Ezda adlı savaşçı da kimin nereye gideceğini gösteriyor. Bu ikisi de geliyor “siz de şu tarafa doğru gidin” diyor. O sırada arkadaşlar da çeteler de fark ediyor bir yanlışlık olduğunu. Çetelerden önce savaşçılar silahlarına davranarak öldürüyorlar iki çeteyi.

İRADENİN ÜSTÜNLÜĞÜ...

Tabi çetelerin Musul’dan getirdikleri ağır silahları var. Bizim savaşçılarda en ağır silah 14,5’luk dedikleri uçak savar. Onu da üç cephe arasında gezdiriyorlardı. Tabii ki irade gücü üstünlüğü vardı. Başarının sırrı da oradaydı.

KOBANÊ’NİN SUYUNU DAHİ İÇMEDEN ŞEHİT OLANLAR...

Seferberlikle gelen savaşçıların bazıları 10 dakika bazıları sırtlarında çanta ile şehit düştüler. Kobanê’nin suyunu dahi içememişlerdi. Cephedeki mevziisine yeni girmiş, yanı başındaki mevzide omuz omuza savaştığı savaşçının ismini öğrenemeden şehit düşenler vardı. Büyük bir savaş ve aynı büyüklükte direniş yaşandı. Kobanê işte bu direnişle dünyaya adını duyurdu. Koalisyon ondan sonra devreye girmeye başladı ve DAİŞ çetelerini vurmaya başladı. Son demdi, bir mahalle kalmıştı savaşçıların elinde. Tüm cepheler artık bir hatta savaşıyordu. Ve artık günlük olarak savaşçılar büyük darbeler vurmaya başladı.

DAİŞ bu sefer de evleri yakmaya başladı. Keşif uçaklarının onları görmemesi için yapıyorlardı. Ayrıca bomba yüklü araçlarla savaşçıların bulunduğu bölgelere girmeye çalıştılar. Onlarca savaşçı şehit düştü bu bombalı saldırılarda. Tüm bunlara rağmen savaşçılar işgalden kurtarma operasyonu başlattı. Ellerindeki keleşlerle ve iradeleriyle inatla ilerliyorlardı.

CEPHEYE GİTTİĞİMİZDE BİRBİRİMİZLE VEDALAŞIYORDUK...

Savaşı takip ettiğimiz sırada biz 5 kadın arkadaştık. Alt katta da erkek arkadaşlar vardı. Tabi akşamları nöbetimizi de tutuyorduk ortaklaşa. Kaldığımız yer hem sınıra hem de cepheye yakındı. Mesela sabahları biz cephelerimize gittiğimizde birbirimizle vedalaşıyorduk, savaştaydık. Kimin dönüp kimin dönmeyeceği belli değildi. Hepimiz kendi cephelerimize gidiyorduk. Ben Doğu cephesindeydim. Halep grubundan savaşçılar vardı. Cepheye geçene ve cepheden çıkana kadar anı anına bizim güvenliğimizi alıyorlardı. Korumasız hiç göndermediler. O kadar ki; bizi korumak için kendilerini feda edecek savaşçılardı.

YÜREĞİNDE ŞEHİT BİRİKTİRMEK...

Cephelerde röportajlar yapıyorduk, ertesi gün gittiğimizde şehit düştüğünü söylüyorlardı. Zordu. Öyle olmuştu ki “artık röportaj yapmayacağım, her röportaj aldığım arkadaş sonraki gün şehit düştü” diyordum. Şehit Xemgin, Şehit Cudî, Şehit Rızgar, Şehit Hamza, Şehit Silava, Şehit Hasret, Şehit Ebû Leyla, Şehit Nefel, Şehit Beritan ve daha adını sayamayacağım savaşçı-komutan şehit düştü. Mesela Şehit Xemgîn “YPG bayrağını Kaniya Kurda tepesine dikeceğim” diyordu. Kobanê özgürleşmeden 3 gün önce şehit düştü! Birçok savaşçı Miştenûr’un tepesinde çay içme hayalleri kuruyordu. Maalesef şehit düştüler. Şehit Cudî “Kobanê özgürleştikten sonra Şengal’in özgürleştirme hamlesine de katılacağım” diyordu. Baxdikê’nin özgürleştirilmesi hamlesinde şehit düştü Cudî!

 O günleri asla unutamam. Tüm şehitler benimle yaşıyor. Birlikte olduğumuz ölüm-kalım savaşı verdiğim şehit ya da yaşayan tüm arkadaşlarım, savaşçılar benimle yaşıyor, hissediyorum. Bazen o günleri beraber yaşadığımız arkadaşlarımla bi raraya geliyorum ve o günleri yaşıyoruz.

EN MUKADDES ŞEY ÖLÜMÜNE YOLDAŞLIKTI...

Kobanê’de öğrendiğim en temel şey ‘yoldaşlık ruhu’ydu. Gazeteci arkadaşım Xeznê vardı benimle. Saldırı grupları çıkınca biz de çekimler için her grupla birimiz gidiyorduk. Ben ‘ben gideceğim’ diyordum, o ‘ben gideceğim’ diyordu. O beni, ben de onu korumak istiyordum. YPG ve YPJ’li savaşçılar ise “siz gelmeyin, tehlikelidir. Kamerayı bize verin biz çekeriz” diyorlardı. Biz tabi kabul etmiyorduk. Buradaki en mukaddes şey ölümüne yoldaşlıktı. Daha değerlisinin olduğunu düşünmüyorum.

Manevi olarak çok zordu o kadar şahadetin içinde. Ama üzerimize düşeni yapmaya çalıştık. Birçok gazeteci yaralandı, şehit düştü. Sadece bir fotoğraf için bile gelen gazeteciler oldu. Bunlar değerliydi. Tabi sınır hattında olan gazeteci kimlikli tipler çarpıtma haberler de yapıyordu. Özgür basın geleceğinin takipçileri olarak elimizdeki az imkana rağmen kamuoyuna Kobanê’deki direnişi aktarmaya çalıştık. Koalisyon devletlerinin Kobanê için harekete geçmesinde belki de bizim rolümüz de vardır, kim bilir.

KADIN SAVAŞÇILARIN ROLÜ...

Özellikle kadın savaşçıların Kobanê’nin özgürleştirilmesinde büyük emeği olduğunu belirtmek isterim. DAİŞ’liler kadın sesi, zılgıtı duyduklarında korkuyorlardı. Kadın savaşçıların onları vurması halinde cennete gidemeyeceklerine inanıyorlardı. YPJ Kobanê’de tarih yazdı diyebilirim. Öncülük, fedailik, direniş YPJ’nin açılımı olmuştu.

KOBANÊ’NİN ÖZGÜRLEŞTİĞİ GÜN...

Biz cephede uyumuştuk o gün, kendi yerimize dönmemiştik. Çeteler son bir-iki gündü kaçıyordu zaten. Ama savaşçılar arasındaki hareketlilik görülmeye değerdi. Büyüklü-küçüklü bayraklar hazırlanmış, kim nereye asacaksa onu birbirine söylüyordu. Ben ve Xeznê yine birlikteydik. Son bir temizlik operasyonu yapılıyordu Xeznê onlarla gitti. Gizli-saklı kalmış çeteler olabilirdi. Yalnız kalınca ben de arkalarına takıldım. Çatışma olmadı. Sokağa girdim hiç kimse yok. Sadece çetelerin cenazeleri var. Ürkütücü bir sessizlik vardı.

Kaniya Kurda’ya yetiştiğimizde savaşçıların yaşadığı o mutluluk paha biçilmezdi. Her yerde kadın savaşçıların zılgıtları yükseliyordu. Sevinç mermileri havaya atılıyordu. Sonra savaşçılar tepeye bayrak dikmek için koştu. Aslında DAİŞ tepeyi mayınlamıştı, komutanlar kimseyi durduramadı ve savaşçılar o büyük YPG ve YPJ bayraklarını astılar. Benim de küçük bir keleşim vardı. Tabi ki savaş sırasında emniyetimiz için yanımızda taşımıştık. Ama hiç kullanmamıştım. Benim için de bir fırsat olmuştu, mutluluktan ben de bir şarjör mermi sıktım. Savaşçıların, komutanların mutluluğunun altında gizlenen hüznü de görebiliyordum. Çünkü aynı duyguları yaşıyordum.

KOBANÊ ÖZGÜRLEŞTİĞİ GÜN NİŞANI ATTIM

Başlarken anlatmıştım; evleneceğim günlerde DAİŞ Kobanê’ye saldırmıştı. Ben de artık hücum yemeğimi kuşanmış ve arkadaşlarla kalmıştım. Aslında o gün şöyle bir anımız da var.

Arkadaşlarım benim düğünüm için kendilerini hazırlıyorlardı. Gelip beni öyle görünce “güya evlenecektin” demişlerdi. Ben de “Bu elbiseler benim gelinliğim, ben de Kürdistan’ın gelini olacağım” demiştim. YPG’li amcam vardı. Beni askeri elbiselerin içinde bir kolumda keleş, diğer kolumda kamerayla görünce çok mutlu olmuştu.

Kobanê özgürleştikten sonra ben de nişanı attım. Aileme de söyledim. Onlar kararın bana ait olup olmadığını netleştirdikten sonra ‘sen bilirsin’ demişlerdi. Tabi Kobanê’deki adetlere göre bir kadının nişanı atması aile için ağır bir utanç oluyor. Aile bir iki hafta konuşmadı benimle. Ama savaşta kalmış olmam aileyi zaten gururlandırmıştı. Onlarca arkadaşım şehit düşmüştü, birçok şeye tanık olmuştum. Böylesi bir zamanın ardından kabulleneceğim bir durum değildi evlilik.

Bu arada köyleri kurtarma hamlesi sırasında arabalar yoktu. Bütün köylere neredeyse yürüdüm. Sırtımda bilgisayar, kamera belimde hücum yemeği, kolumda silah. Aç da kaldık, susuz da çok üşüdük. Zordu gerçekten ama inanın çok güzel günlerdi.

4 HAMLEDE DAHA HABER PEŞİNDEN KOŞTU

Kobanê tamamen özgürleşince ben de gazetecilik eğitimine gittim 4-5 ay kadar sürdü. Döndüğümde Silûk ve Serêkaniyê arasındaki bölgeyi özgürleştirmek için “Cudî ve Helin hamlesi” başlatılmıştı. O hamlenin tümünde yerimi aldım. Orası özgürleştirildikten sonra Tişrin Barajı Hamlesi, Minbic Hamlesi’ne katıldım. Aslında Minbic Hamlesi öncesi meclis kurulmuştu ben mecliste yerimi alıyordum. Daha önce de orada kalmıştım. Yani Minbic Meclisi kurucu üyelerinden sayılırım. Minbic Hamlesi de manevi açıdan benim açımdan çok zor geçti. Çok güzel insanlarımızı şehit verdik. Ebû Leyla orada şehit düştü mesela.

‘SİZİ ÇOK BEKLEDİK, NEDEN GECİKTİNİZ?’

Onun dışında köylere gidiyorduk. DAİŞ özellikle Arap bölgelerinde kadınlar üzerinde çok büyük bir zulümdür yapmıştı. Kürt bölgesi o konuda biraz daha avantajlıydı. Arap kadınlarına yapmadıklarını bırakmamışlardı. Her kız çocuğu, her kadın, her annenin büyük acıları birikmişti. O annelerin gözlerinin önünde çocuklarının kafalarını kesmişler, ellerini koparmışlar! Sadece eli, yüzü biraz göründüğü için işkence gören kadınlar vardı. Umutlarını yitirmemişler ama. “Neden geciktiniz?” diye soruyordu kadınlar savaşçılara ve “sizi çok bekledik” diyorlardı. Gözyaşları hem sevinç gözyaşlarıydı hem de acınınki, birbirine karışmıştı. Kadınları kafeslere koyup meydanlarda, kesik başları sokaklardaki korkuluklarda günlerce bekletmişler. Bunun acısı vardı o kadınların gözlerinde.

Reqa Hamlesi’ne hem arkadaşlar “yeter 5 hamleye katıldın” dediler hem de ben manevi olarak zorlanıyordum. Çok şahadet gördüm. Ama Kobanê savaşındayken şimdiki deneyime sahip olsaydım, çok daha önemli çalışmalar yapabilirdim.

Gazeteciliğe ilk ANF’de başlamıştım. ANHA’nın kuruluşuyla birlikte ANHA’ya geçtim. O gün bugündür de çalışıyorum. Şehit Mustafa, Şehit Dilişan arkadaşlar bizimleydi hamlelerde onları da bu vesileyle anmak isterim. Onların bayrağı bizim elimizde ve onların izinde yürüyoruz.

 

 

Gönderen Bircanyildiz zaman: Salı, Şubat 09, 2021
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Savaşın ortasında genç bir anne: Sara Elî Xelîl (3)

 


  • BİRCAN YILDIZ / KOBANÊ
  • Pazar, 31 Oca 2021, 10:44  ANF

 

Sara Elî Xelil 41 yaşında ama Kobanê’de ‘Sara Ana’ adıyla biliniyor. Biz de ilk Sara ana diye duyduğumuz için haliyle yaşlı bir anne bekliyorduk. Halbuki ki buluştuğumuzda anladık ki hemen hemen aynı yaşlardayız. Gencecik bir anne. Sara’nın hayat hikayesi Kobanê’nin Eyn Bete köyünde dünyaya gelmesiyle başlıyor. 5 kız 5 de erkek kardeşi var. O doğduktan sonra Kobanê merkeze taşınıyorlar. Henüz 15 yaşındayken erkek kardeşinin berdeli olarak evlendiriliyor.

 

Berdeli “O zamanlar maalesef toplumumuzda böyle şeyler vardı. Genelde Kürdistan’da özelde de Kobanê’de kadınlar sürekli erkek kardeşlerinin kurbanı oluyordu” şeklinde değerlendiren Sara, küçük yaşta evliliğin büyük zorluklar yarattığını söylüyor: “Henüz çocuk yaşta çocuğum oldu. Ona bile bakamıyordum, kendim çocuktum çünkü. Tek şansım eşimin fazla çocuk istememesiydi. ‘Az olsun ki bakabilelim’ diyordu. 4 çocuktan sonra çocuk yapmadık.”

2003’TEN BUGÜNE...

Küçük yaşlarda anne-babası aracılığıyla Kürdistan devrimcileriyle tanışan Sara en küçük çocuğu 5 yaşına geldiğinde (2003) artık devrimcilerle birlikte örgütleme çalışmalarına başlamış. Başlarda utangaçmış. Ev ev dolaşılıyor, genç gelinlerin evlere gitmesinin ayıplandığı bir dönem o yüzden gittikleri evlerde bir süre hiç konuşmamış. Yanındaki arkadaşları propaganda yapmış. 2005’e gelindiğinde artık propagandanın bilinen isimlerinden olmuş. Yekitiya Star (şimdiki Kongra STAR) adıyla kadın hareketinin örgütlendirildiği kongreye de katılmış. Orada Meclis’e seçilen 8 kadın arasında Sara da var. O günden bugüne özgün örgütlemede yerini almış. Şimdi ise Özerk Yönetim çalışmalarında.

‘REJİMİN ZULMÜ, DEVRİMCİLERE BAĞLILIĞIMI ARTTIRDI’

Uzun süre rejimin baskıları altında faaliyet yürüttüğü için o dönemleri biraz anlatmasını istiyoruz. Sara anlatıyor: “Kadınların örgütleme çalışmasına katılması kısıtlıydı. Rejimin yoğun baskıları vardı. İşbirlikçiler vardı. Kadınların az olması da bizim yükümüzü çoğaltıyordu. Yürüyüş ve kutlamalar aracılığıyla örgütlemeler yapılabiliyordu. Özellikle kadın örgütlemesi için önemliydi bu etkinlikler. Ama rejim de engellemek için elinden geleni yapıyordu. Bir keresinde bir ay boyunca bizi Halep’e götürüp getirdiler. Tutuklama değil ama iradeyi kırma, çalışmadan soğutmak için yapılan şeylerdi. Fakat ondan sonra benim Kürt devrimcilere sevgi ve bağlılığım arttı.

19 TEMMUZ DEVRİMİ...

2011-2012’ye kadar benzeri sıkıntı ve zorlanmaları yaşadık. Ve bildiğiniz üzere devrim Kobanê’den başladı.

Rejim Kobanê’ye hem şehir yapılanması olarak özen göstermemişti hem de yozlaştırma çabaları fazla olmuştu. Gençlere uyuşturucu haplar dağıtıp ardından da tutukluyorlardı. Toplum genel olarak karmakarışık bir hale getirilmiş, değerleriyle oynanmıştı. Tüm bunlara karşı hareket olarak Kürtler ‘artık kendi kendimizi yöneteceğiz. Toplumumuzu kendi ahlak ve politikalarımız doğrultusunda eğiteceğiz’ dedi. Rejimin Kobanê’den çıkarılmasına karar verildi. Tabii ki ‘büyük bir savaş çıkacak’ diye bir korku vardı. Korkulan olmadı. Rejim güçleri hemen çekildi.

KÜRDÜN BAYRAĞINA ROJAVA RÜZGARI DEĞDİ

Kürtlerin işkence ve büyük zulmü gördüğü o tüm merkezlerin tepesinde Kürt bayrakları dalgalanıyordu. İlk defa o zaman bizim bayraklarımıza Rojava rüzgarı değdi. Çünkü bayraklarımız ya yastıklarımızın içindeydi ya da başka yerlerde sürekli saklamak zorundaydık. İlk defa herkes korkusuzca ve gururla bayraklarını dalgalandırdı. Büyük bir sevinçti ve gururdu gerçekten.

‘TAŞIN ALTINDAKİ OT, TAŞ KALKINCA YEŞERMEYE BAŞLADI’

Rejim Kürt toplumunu her açıdan boğmuştu. O yıl toplum kendini özgür ifade etmenin huzurunu yaşadı. Tabii ki inşaya başlandı. Kurumlarımızı oluşturduk, kadın evi açıldı mesela. Halka yardım merkezleri açıldı ve yardımlar dağıtılmaya başlandı. Aslında o günleri şöyle tanımlayabilirim ‘taşın altındaki ot, taş kalkınca yeşermeye başladı’

‘BUGÜNLERİ DE GÖRDÜK!’

İlk defa kadınlar çalışacak, sokaklarda yürüyüş yapacaktı. Bu çok önemliydi. Mesela o gün çok farklıydı. İlk defa gündüz gözüyle kadınlar biraraya geliyor. Yürüyüş yapıyoruz genel slogan zaten ‘özgürlük’ şeklindeydi. Herkes ‘özgürlük’ sloganı atarken ben sevinçten ‘bugünleri de gördük’ sloganı atıyordum.

Büyük yenilikleri kendisiyle getirdi devrim. Kadınlar çalışma merkezlerine akıyor, isimlerini yazdırıyorlardı. Nerede olursa fark etmez çalışmak istiyorlardı.

KENDİ DİLİMİZDE EĞİTİM YAPTIK, İLK DEFA ASKERİMİZ BİZDENDİ...

Bir süre sonra halk kendini hem toplumsal, siyasal hem de örgütsel olarak yönetmeye başladı. Bir yıl boyunca gerçekten de hayalimizi yaşadık diyebilirim. On yıllardır savaşını verdiğimiz Kürtçemizin eğitim okulları açıldı evlerin bahçelerinde. YXK kuruldu. İlk defa askerimiz bizdendi. Önceleri sadece Araplardı. Yollarda bir Kürt olarak gelip-gitmek aşağılanmak demekti. Bir kontrol noktasını bile para vermeden geçemiyorduk. YXK’nin kurulmasıyla kendi kızlarımız ve oğullarımızdan oluşan askerlerimiz oldu. Bu paha biçilemez bir mutluluktu.

İLK ŞEHİTLERİMİZİ VERDİK...

19 Temmuz Devrimi’nin birinci yılını kutladığımız günün ertesi Cephet El Nusra çeteleri ağır silahlarla saldırıya geçti. Çokça söylendiği üzere bizim savaşçılarımızda ise keleş! Sonra Cahşel Hur diye bir yapı çıktı. En son DAİŞ olarak örgütlenip büyük saldırı başladı. Savaşacak arazi de sınırlı. Küçük tepeler var onlar da savaşmaya müsait değil. Saldırılar yoğunlaşınca ilk şehitlerimizi verdik. Mahmut ve Dilovan arkadaşlar şehit düştü. Sonrasında Viyan ve Rüstem arkadaşlar şehit düştü. O zaman şehitliğimiz yoktu. Bir gün böyle binleri bulan şehitlik yapacağımızı hiç düşünmemiştim. Şehitlerimizi büyük serhildanlarla toprağa verdik.

Ama şunu anlayamıyorduk; dünya neden bizim mutlu ve huzurlu yaşamamıza izin vermiyor. Rejimi çıkarırken bir damla kan bile dökmemiştik oysa. Kendi kendimizi yönetiyor, biz bize yetiyorduk. Kendi dilimizle yaşamanın dışında başka bir şey istemiyorduk!

Artık ilerlemişti çeteler. Şengal’in acısı hala tazeydi. Halk onlar ilerledikçe köyleri bırakıp şehre doğru akıyordu. İlerlemeye darbe vurmak adına ‘Serzori Direnişi’ni duymuşunuzdur. Orada 12 savaşçı büyük bir iradeyle savaşıp ele geçmemek için de feda eylemi yaptılar. Sonrasında o savaşçılardan geriye kalan parçaları bir bir toplayıp getirdik şehitliğe. Yine doğu cephesinde Zozan ve Eriş arkadaş öncülüğündeki direniş. Onlara geri çekilme talimatları verilmesine rağmen, ‘biz son saniyeye kadar direneceğiz ve onların Kobanê’ye girmesine müsaade etmeyeceğiz. Eğer gireceklerse de ancak cenazelerimizin üzerinden geçip girebilirler’ diyerek orada kahramanca şehit düştüler. Gerçekten de tankları şehitlerimizin üzerinden geçti. Cenazeleri alınmaya gittiğinde tüm kemikleri kırılmıştı sadece elbiseler kalmıştı…

Birçok devletin gücü ve teknik imkanını arkasına alarak yaptıkları tüm barbarca saldırılara karşı, tarihi bir direniş sergilendi, destansıydı o direnişler. Kobanê’nin hiçbir askeri eğitim görmemiş kızları ve oğulları, birkaç tecrübeli savaşçının yanında büyük bir özveriyle geri adım atmadı.

ŞEHİR SAVAŞINA DOĞRU...

Sonrasında şehir savaşı hazırlığına başlandı. Mahalle aralarında geçişi kolaylaştırmak için duvarlar delindi. Çeteler özellikle sivillerin bulunduğu alanları hedef alıyordu. Kobanê boşalsın istiyorlardı. Köylerden gelenlerle birlikte bazı evlerde 3-4 aile birlikte kalıyordu. Durum ağırlaşınca halk sınır hattına doğru çekilmeye başladı. Oraya da havanlarla ağır saldırdılar. Sivil şehitlerimiz oldu. Halk mecburen Kuzey’e geçti.

KUZEY’İN DESTEĞİ ASLA UNUTULMAYACAK

Büyük acıydı… Tüm hayatı boyunca fakir de olsa sahip olduğu toprağı bırakmak zorunda kalmak en büyük acıdır. Ayaklar insanı mecburi götürürken yaşlı gözlerle geride bıraktığına bakmanın acısını yaşarken, dünyanın sessizliği isyan edilecek düzeydeydi. Neyse ki; karşıda Kuzey halkımız vardı. Maddi-manevi her açıdan onların desteği asla unutulmayacak. 4,5 ay boyunca sınırda gözleri Kobanê’de yaşayan halkın buradaki savaşçılara hem manevi desteği hem de çetelerin ağır silahları hangi bölgede kullandığına dair bilgi akışı konusunda yardımı oldu.

Kuzey halkının yanı sınar dört parça Kürdistan’ın emeği vardır Kobanê’de. İsmini ilk kez duyduğu bir Kürt şehri için onlarca insanımız şehit düştü. Kürtlüğünü unutanlar bile Kobanê savaşıyla yeniden Kürtlüğünü hatırlayarak, Kürt olarak yaşamaya karar verdi. Bunlar unutulacak şeyler değil.

BAYRAM NAMAZINI BİZ KILDIK!

Ben ve 4 kadın arkadaş da halk çıktıktan sonra savaşçılar ve doktorlarımıza yemek yapıyorduk. Sivillerin artık kalmadığı zamanlardı. Camide yemek yapıyorduk. Tabi onlar nerede olduğumuzu biliyorlardı. Saldırılar da oluyordu. Bir süre sonra başka bir camiye taşıdık malzemelerimizi orada yemek yapmaya devam ettik. DAİŞ’liler diyordu ya ‘bayram namazını Kobanê’de kılacağız’ diye, o camide biz bayram namazımızı kıldık.

Sonraki iki gün Kaniya Kurda tepesi, Miştenur tepesine girdiler. Arkadaşlar bizi camiden çıkardılar. Akşamları sınır kapısına yakın bir yerde kalıyorduk. O zaman fark ettik ki tepelere girmişler.

‘BİRİMİZ ÇOCUKLARIN YANINDA OLMALI’

Eşim Mahmut da özsavunma için kalmış, savaşçılarla birlikte hareket ediyordu. Bana dedi ‘sen çıksan iyi olur.’ Bu konuyu daha önce konuşmuştuk küçük kızımız Şilan da yanımızdaydı. ‘Savaş ağırlaşsa bana Kobanê’den çık demeyeceksin’ demiştim. O da ‘Şilan da şahidimizdir söz veriyorum’ demişti. Savaş ağırlayınca hareket alanı daralmıştı. Eşim telefon etti ve ‘çıkman gerekiyor’ diyerek ısrar etti. Ben artık ne yapacağımı bilemedim ağlamaya başladım. ‘Çocuklar orada yalnız, ikimiz burada olmaz. Birimiz çocukların yanında olmalı’ diyordu. Dilan arkadaş da ‘biriniz çocukların yanında olsun’ dedi. Ben tatsızlık çıkmasını istemiyordum. Çünkü eşim ile aramızda örnek bir ilişki, eşitlik vardı. Rejim sürecinde de hiçbir zaman benim hiçbir çalışmama engel olmadı. Bilakis gelişmem için beni zorluyordu. Sürekli ‘kendini geliştir’ diyerek bugünlere gelmemde önemli bir etkisi oldu. ‘Yaptığın çalışma şereflidir. Gurur duyuyorum senin çalışmandan. Tutuklansan, şehit düşsen de onur yoludur. Ben ve arkadaşlar da senin arkandayız’ şeklinde sürekli pozitif bir yaklaşımı vardı. Bu diyalogların hepsi tabi bir bir aklıma geliyordu ve onu boşa çıkarmak istemedim. Ve gittim.

SINIRI GEÇTİĞİMİ GÖRMEK İSTEMİYORDUM!

Tam sınırdan geçmeden Kaniya Kurda’da sallanan kara bayrağı gördüm. Mahmut’u aradım ve ’bizi çıkardın ama sen çıkmayacak mısın’ dedim. O sırada sürekli mermiler geliyordu bize doğru kim, niye atıyordu bilmiyorum. Ama doğrusunu istersen o an dedim ‘Bir kurşun gelsin bana değsin. Bu toprağa, savaşçılarıma sırtımı döndükten sonra ölüm veya yaşam artık önemli değil! Sınır geçtiğimi görmek istemiyordum.’ Geçtikten sonra Şilan arkadaş beni aradı. Ben ‘ben Kuzey’deyim, size ihanet ettim. Böyle yapmamalıydım’ diyorum ama nasıl ağlıyorum. Tabi o da ‘herkes çıktı, sen de annesin çocukların var’ diyerek beni sakinleştirmeye çalıştı.

Çok az sayıda insan kalmıştı artık Kobanê’de. Biri de eşimdi. 7-8 gün Kuzey’de kaldım ama bir ömür gibiydi. Sürekli arıyordum eşimi “Kobanê kurtulsa da artık gelemem. Sırtımı dönüp oraları terk ettikten sonra geri gelmemin de bir anlamı yok” diyordum. Sınırı benimle birlikte geçenler gözaltına alınmıştı. Açlık grevi yapmış ardından bırakılmışlardı. Onlar çıkınca bir araya geldik ‘Kobanê’ye dönelim’ dedik. Ben Mahmut’u arayıp “arkadaşlarım geliyor, ben de gelmezsem ölürüm” dedim. Dedi ‘tamam’ hatta ‘Şilan’ı da getir, bir şey olmaz savaşı görsün, öğrensin’ dedi. İnanamadım tabi. Şilan’ınımı da aldım Kobanê’ye geri döndük.

BİR HAFTA SONRA KOBANÊ’YE DÖNÜŞ...

Kobanê’ye ayak bastım. Sanki yeniden dünyaya geldim.

Biz bir gece yarısı geçmiştik. Sonra gördük ki; her yer yıkılmış, sağlam bir şey kalmamıştı. Savaşçılar kızdı bize geri döndüğümüz için. Biz de “Orada yaşayamazdık. Belki silah kaldıramayız, sizin gibi savaşamayız. Ama yaralılar var, yemek yaparız, çamaşır yıkarız” dedik. ‘Tamam’ dediler. Bir iki eski evi temizledik yaralı arkadaşları, doktorların kalacağı yeri hazırladık ve o arkadaşları taşıdık oraya. Yeniden hizmet ettiğimiz için mutluyduk.

YARALI SAVAŞÇILARIN SÖZLERİ...

Yavaş yavaş sokaklar özgürleştiriliyordu. Mekteba Reş’te (Kara Okul) büyük bir patlama oldu. Gizlene gizlene ulaştık okula. Çok şehit vardı. Şehitleri çıkardık, ağır yaralıları da Kuzey’e gönderdik. Diğer yaralılar kalmıştı. Bir yaralı savaşçı vardı. Toz ve baruttan gözleri açılmıyordu. Hareket de edemiyordu. Yanındaki arkadaşı Cudi’ye ‘kolum çok ağrıyor ne olmuş’ dedi. Sonra “Arkadaşlar nasıl? Çok şehit var mı? Mevziinizi bıraktınız mı bırakmadınız mı?” diye sordu. Cudî de “patlamadan sonra hemen döndük yerlerimize, kimse yerini bırakmadı” şeklinde cevap verdi. Yerde ne görebilen ne de hareket edebilen bir savaşçı ‘mevziinizi bıraktınız mı bırakmadınız mı’ sorusunu soruyor! Kobanêli de değildi. O anı gördükten sonra “Söz veriyorum bu yaralı savaşçıya, takatim kaldığı kadar çalışacağım” dedim. O savaşçıların, direnişini, yaşadıklarını, sıcak yüreklerini, arkadaşlıklarını ilk Kobanê’de gördüm ben.

Eşim Mahmut da savaşçılarlaydı. Ayağından yaralanmıştı. Kuzey’e göndermek istediler gitmedi. Mermi içeride kalacak şekilde doktorlar da dikiş attı. Öyle kaldı bacağında mermi.

EŞİ MAHMUT ŞEHİT DÜŞÜYOR...

Kobanê özgürleşti. 3-4 ay da geçti üzerinden. Katliam günü geldi. Sabahın erken saatlerinde patlamalar duyduk. Mahmut hemen askeri teçhizatını kuşandı, silahını aldı. Bizi çıkardı.

Biz çıktıktan sonra komşumuz “ne oldu diye” soruyor. O da “DAİŞ saldırıyor çıkmanız gerek” dedikten sonra komşu “kapı üzerime kapandı çocuklar içerde” diyor. Mahmut da duvardan atlayıp kapıyı açıyor komşusuna. Kadın içeri girdikten sonra bir patlama duyuyor. Çıkıyor ki; Mahmut yerde. Meğer DAİŞ’liler gelince onlara doğru gidiyor çeteler savaşçıların elbiselerini giydikleri için fark etmiyor. Arabaya yaklaşınca Şehit ediyorlar.

Biz sınır hattında bekliyoruz. Uzun süre telefon ettim çalıyor ama kaldırmıyordu. Kendi içimden ‘inşallah ele geçmemiştir, şehit düşmüştür’ diyordum. En sonunda bir genç kaldırdı telefonu “Mahmut arkadaş şehit düştü” dedi.

Sonuç itibariyle Erdoğan’ın değil, şehitlerimizin dediği gibi oldu Kobanê özgürleştirildi. Bu savaşın içinde parmağı olanların planları boşa çıktı. Dört parça Kürdistan’da, dünyanın her yerinde Kobanê için emek harcayan herkese teşekkür ediyoruz.

 

Gönderen Bircanyildiz zaman: Salı, Şubat 09, 2021
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

30 Ocak 2021 Cumartesi

Kobanê savaşının geri cephe kahramanlarından Adle Bekir (1)


 

  • BİRCAN YILDIZ
  • KOBANÊ
  • Perşembe, 28 Oca 2021, 09:17 ANF

Adle Bekir, Kobanê’nin Kaniya Kurdan köyünden. 3’ü kız 7’si erkek olmak üzere 10 kardeşler. Anne ve babaları vefat etmiş. Adle Bekir annesinin “Ben öldükten sonra sen Kürdistan devrimcilerinin yanına git, devrim için çalış” şeklinde vasiyeti olduğunu söyleyen Adle, yerine getirdiğini ifade ediyor. “Annemin taziye çadırını kaldırır kaldırmaz devrimcilerin yanına giderek ‘örgütsel çalışmalara katılmak istiyorum, evlenip kendimi eve hapsetmek istemiyorum’ dedim. Onlar da ‘tamam’ dedi.”

Şanslı olduğunu söyleyen Adle, Allah’ın kendisine iki şans bahşettiğine inanıyor. Birincisi; 9 yıldır devrimcilerle birlikte olmak ikincisi ise evlenmemek.

Kısa ve öz bir şekilde kendini anlatan Adle Bekir’le esas konumuza geçiyoruz. Adle Bekir, Kobanê savaşının geri cephe kahramanlarından. Her bir hikayeyi ayrı ayrı dinlemek istiyoruz. Adle, Kobanê hikayelerini tarihe not düşmek isteyen bize ve bizden öncekilere minnettarlığını sunmayı da ihmal etmiyor. Her ne kadar o günleri tekrar tekrar yaşamanın zor olduğunu söylese de anlatmanın da bir görev olduğunun bilincinde Adle.

 

KOBANÊ SALDIRISI…

DAİŞ çetelerinin Kobanê’de ilk iş olarak temel yaşam unsurlarının bulunduğu merkezleri (fırın, değirmen, su deposu vd.) ele geçirdiğini söyleyen Adle, üç koldan saldırıyla şehir savaşının başladığı günü anlatmaya başlıyor.

“Til Şehr, Kaniya Kurda ve Qulbe tarafı olmak üzere üç koldan saldırı başladı. Biz o sırada Heci Reşit Camii’nde YPG ve YPJ savaşçıları için yemek yapıyorduk. Birden bir arkadaş ‘tüpleri kapatın DAİŞ çok yakınımızda’ dedi. Biz de ‘yemeği bitirmeyene kadar olmaz’ dedik. Ağır silahlarla saldırıyorlardı. Bir havan gelip caminin minaresinde patladı. Ona rağmen biz yemeğimizi tamamladık. Ardından eşyalarımızı toparladık ve sınır kapısına yakın bölgeye gittik. Akşam saat 4-5 arasıydı DAİŞ Kobanê’ye girdi.”

GÖÇ YOLLARI…

Kobanê halkının zorunlu olarak Kuzey’e geçtiği günü ‘kara bir gece gibiydi’ şeklinde tanımlayan Adle, vahşi DAİŞ’lilerin ‘Kobanêli kadınları yakalarsak meme uçlarından tespih yapacağız!’ şeklindeki söylemlerinin halk içinde yayıldığını ve korkuya neden olduğunu ifade ediyor. Ona rağmen 6-7 gün sınır hattında bekleyen halk, savaşın ağırlaşmasıyla birlikte Kuzey’e geçiyor. Az sayıda Kobanêli ise sınırın dibinde beklemeye karar veriyor. Adle ve birlikte çalıştığı arkadaşları ilk sınır dibinde kalan halk için yemek yapmaya başlıyor.

Adle, Türk devletinin bir taraftan sınır kapısını açarak halkın çıkmasını sağladığını diğer taraftan ise Til Şehr ve Kaniya Kurda tarafından da DAİŞ’lileri Kobanê’ye gönderdiğini söylüyor. Ki o dönemler Türk askerleri ve DAİŞ’lilerin samimi görüntülerinin yanı sıra menfezlerden sınırı nasıl geçtiklerini belgeleyen fotoğraflar basına yansımıştı.

‘SİLAHLAR ÇATILDI, SÖZ VERİLDİ’

Adle devam ediyor: “Erdoğan’ın ‘Kobanê düşecek’ açıklamasına karşı YPJ’li kadın savaşçı Destina, silahını kaldırıp kundağını yere vurdu ‘Kobanê bizim gibi savaşçıları olduğu sürece hiçbir zaman düşmeyecek, şehitlerimize arkamızı dönmeyeceğiz!’ dedi. Gerçekten de öyle oldu. Hiç kimsenin karşısında duramadığı, barbarlığının anlatılamayacağı bir düşmana tek başına karşı koydu, direndi. Suruç halkı da yaşlısı, gencinden çocuğuna kadar “Kobanê’yleyiz” diyerek büyük bir dayanışma gösteriyordu. O şekilde silahlar çatıldı ve Kobanê’nin düşmeyeceği sözü verildi.

‘ÖNDERLİK BİZİ DUYDU, KOBANÊ DÜŞMEYECEK’

Ben bir ara öyle uyumuşum. Rüyamda Önderliği gördüm. Kobanê’ye gelmiş. Biz de 4-5 kadın arkadaşız. Elimizde bir top ip var. Bir türlü yumağı açamıyoruz. Beyaz bir ip yumağı. Önderlik ‘getirin bana ben açayım size’ dedi ve alıp tel tel açtı. Uyandığımda arkadaşlara söyledim. Gelip beni öptüler ‘Önderlik de bizi duydu Kobanê düşmeyecek’ dediler. İşte o günün sabahında ne kapı kaldı ne sınır telleri. Kuzey Kürdistan halkı, Önderliğin seferberlik çağrısıyla bir sel gibi Kobanê’ye aktı.

ZOR ZAMANLAR…

Sonrası zaten biz kaldık. Yaralı ve şehitlerin elbiselerini yıkayıp, yemek yapıyorduk. Bazen günde 4-5 torba yaralı ve şehit elbisesi geliyordu. Savaşçılarımızın mevzilerde aç veya susuz kalmasına asla müsaade etmedik. Anlatılması zor şeylerdi. Yanımızdan hatır isteyip ayrılan savaşçıların kısa süre sonra şahadet haberlerini alıyorduk. Heval Evar elinden yaralıydı. “Ben burada duramam, arkadaşlarım hepsi mevzilerde savaşıyor” dedi ve gitti. Bizim “yaralısın, gitme” sözlerimizi duymadı bile. Akşam çetelerin eline geçtiğini duyduk.

Tüm bunlara rağmen moralimizi yüksek tutmaya çalışıyorduk. Akşam işimizi bitirdikten sonra deflerimizi yaralı arkadaşlarımızın yanına gidiyorduk. Zılgıtlar, alkışlar ve şarkılarla onlara moral vermeye çalışıyorduk. Onlar bizden, biz onlardan moral alıyorduk.

4 ŞEHİTLİK YAPTIK!

Savaş süresi boyunca 4 şehitlik yaptık. 3’ü kapının önünde 1’i de Suruç’ta. Binin üzerinde şehidimizi uğurladık. Genç, yaşlı, baba… Tabii sadece Kobanêli değillerdi. Kuzeyli, Doğulu, Güneyli, Efrîn, Halepli vd. hepsi buraya kanlarını döktü. Biz de o kanın o davanın takipçisiyiz.

KADER’İ TÜRK ASKERLERİ ŞEHİT ETTİ

Mesela heval Kader vardı. İstanbul’dan yola çıkmış gelmişti. Türk askerleri tellerin arasından suikast yapıp şehit etti. Gözlerimizle gördük. Gidip şehidimizin cenazesini getirip yıkadık, tabuta koyup ertesi gün ailesine gönderdik.

KANLI SULARI, AĞAÇLARIN KÖKLERİNE DÖKTÜK…

Günlerimiz, yemek-ekmek yamak, çamaşır yıkamak, şehitleri gömmek, yaralılara bakmak, elbiseleri kurutup cephelere ulaştırmanın koşuşturmacasıyla geçiyordu ama bir gün ‘yorulduk’ dediğimizi hatırlamıyorum. Yaralıların kanlı çamaşırlarını yıkadığımız leğenler dolusu suyu ağaçların köklerine döküyor “kahramanların kanı boşa gitmesin, ağaçlarımız onların kanıyla kök salsın toprağa” diyorduk.

Amedli bir savaşçı vardı “Kobanê biz sana borçluyuz” diyordu. Sen niye borçlu olasın heval! Ruhunu verdin zaten. Biz daha hastane kapısından çıkar çıkmaz o savaşçı şehit oldu.

DOKTORLARIMIZ YARALARI SARDI…

Elektrik yok, ekmek yok, su yoktu. Ekmek, yemek, ilaç takviyesi geldi. Doktorlarımız da buradan ayrılmadı kahramanca savaşta yaraları sardılar. Dr. Mehemed Ehmed ve Dr. Welat 4,5 ay boyunca soluksuz çalıştı.

YORULMUYORDUK!

Sabahlara kadar yemek, ekmek yapıyorduk. Sonra çamaşır yıkıyor, yaralılara bakıyorduk. Şehidimiz varsa onu defnediyorduk. Geri dönüyor yine baştan diğer işlere koşturuyorduk. Ama hiç yorulmuyorduk. Mesela savaş boyunca hasta olmadım, sadece bir kere dişim ağrıdı.

FEDA ÇİZGİSİNİN TAKİPÇİSİYİZ

Kobanê’yi ifade etmek ağırdır tabi. Her yerden geldiler, burada şehit oldular. Biz de o çizginin takipçisiyiz. Dökülen kızıl kanın takipçisiyiz. O yıkadığımız kanlı elbiseler, botlar, battaniyelerin üzerinde kalmış insan parçaları, kopmuş eller, tutam tutam saçlar… İşte tüm bunların feda edildiği çizginin takipçisiyiz biz.

Çok insan geldi Kobanê’ye ve şehit düştü. Tüm bu şehitlerin ailelerine baş sağlığı diliyorum. O kahramanlar dava insanlarıydı, cesur ve fedakardılar. Onlarla ne kadar gurur duysalar azdır. Kürt halkının Kobanê şahsında hangi parçadan olursa olsun birbirini sahiplenmesinin mutluluğunu anlatamam. O demirlere başını yaslamış, oradan günlerce ayrılmayan o Kuzey halkının fedakarlığını hiç unutmayacağım.

BORÇLUYUZ

Kobanê küçük bir yerdi. Ancak şehitlerin kanıyla dünyada tanındı. Elimizden ne geliyorsa yaptık. Yine de yeterli değildir. Hala da borçluyuz. Canından parça verenlere, gözünü, kolunu, ayağını verenlere borçluyuz.

TEK İNANDIĞIMIZ KENDİ İRADEMİZ!

Bizim inandığımız kendi gücümüzdü. Şimdi konuşuluyor “Amerikalılar sayesinde” gibi şeyler söyleniyor. Ne alakası var. Bu kadar bedel verilmiş. Amerikalılar bu viranelik, talan, göç ölüm yaşanmadan yapsaydı yapacağını. İnsanları ‘ne evet ne hayır’ durumuna niye getirdiler? Doğru değil bu yaklaşımlar. Biz kendimize güveniyoruz. Kendi gücümüze, kendi birliğimizin gücüne inanıyoruz. Başka kimseye ne güvenimiz ne de inancımız var.

KÜRDÜN İNADI

Düşman ne yaptıysa bizi alt edemedi. Her yer Kobanê oldu ve zafer de bizim oldu. Kaniya Kurda’da DAİŞ’in bayrağını söküp kendimizinkini diktiğimiz gün ne güzel bir gündü. Aslında Erdoğan “Kobanê düştü düşecek” dediği gün biz güçlendik, ayaklandık. Kürtlerin bir sözü var “Kürt sert kafalıdır, inatçıdır” diye. İşte o gün belli oldu. Biz ayaklandık, onlar gerisin geri kaçtı…

https://anfturkce.com/rojava-surIye/kobane-savasinin-geri-cephe-kahramanlarindan-adle-bekir-151369 

Gönderen Bircanyildiz zaman: Cumartesi, Ocak 30, 2021
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Bir Kobanê hikayesi: Aylarca kanlı elbise yıkamak… (2)

 


 
  • BİRCAN YILDIZ
  • KOBANÊ
  • Cuma, 29 Oca 2021, 09:15 ANF
 
Takvim sayfaları bir bir yırtıldı…

13 Eylül 2014. Dünyanın gözünde görünmez olan Kürt, sadece kendi tarihini değil insan olmanın tarihini en iyi bildiği şeyle yazmaya başladı: DİRENİŞ! Orkestra vardı zaten senfoni o gün yazılmaya başlandı. Adı Kobanê’ydi. Kobanê, varlığını ispatlamanın miladı. Yazılmış onlarca hikayesi olan Kobanê, yazılmamış binlerce hikayeye sahip.

Helinceli iki kız kardeşin hikayesi de onlardan sadece biri. Zozan ve Hiwa Kobanê savaşı boyunca Kobanê’den ayrılmadı. Savaş sırasında ve savaştan sonra olmak üzere 9 ay boyunca YPG-YPJ savaşçılarıyla kalarak devrime hizmet etti. Yaralı ve şehitlerin kanlı elbiselerini aylarca yıkadı, çölün ayazında donmuş sularda kanları temizlediler. DAİŞ çetelerinin suikast saldırıları altında asıp-kurutup, cepheye başka bir savaşçıya gönderdiler. Büyük bir gurur ve şevkle yaptılar işlerini. Hiçbir savaşçının aç çatışmaya girmemesi için bildikleri tüm yemekleri yaptılar. Günleri ve geceleri birbirine karıştı. Çok yoruldular, yüzlerce şehit gördüler bir o kadar da yaralı. Ama dizlerinin bağı çözülmedi ikisinin de. Öfkeleri bilendi. Ve savaşın ortasında iki kız kardeş birbirlerine şu sözü verdi: Birimiz şehit düşerse diğeri asla eve geri dönmeyecek! Savaşçılara katılacak!

 

ZOZAN DEVRİMCİLERİ NASIL TANIDIKLARINI ANLATIYOR

Kobanê savaşı başladığında Zozan Mihemed Ali 25, Hiwa Mihemed Ali ise 29 yaşındaydı. Ancak onlar yaşam savaşına Zozan 12 yaşındayken başlamışlardı. Anne ve babalarını yitirmiş beş kız kardeş hayata tutunmuştu. En büyük şansları ‘hevaller’ diye bahsettikleri ve kendi deyimleriyle gözlerinin içi gülen devrimcilermiş. Henüz anne-babası yaşarken gelip giderlermiş ama ‘aklımız ermiyordu’ diyor Zozan o günleri anlatırken. Annesiz-babasız kaldıktan sonraki yıllarda tanımaya-anlamaya başlamışlar Kürt devrimcileri. Ve onlarla çalışmaya başlamışlar. 19 Temmuz Devrimi öncesi rejim güçleri Kürt bölgelerinden çekilmeye başladığında Zozan ve Hiwa öz savunma eğitimlerini tamamlamış, birer öncü olarak Halk Meclisi çalışmalarında yerini almış. “O zaman 40 kadın askeri eğitim de gördük” diyen Zozan’ın o günkü heyecanı hala taşıdığını görmek mümkün.

Kobanê savaşı başladığında 3 ablaları evli ve küçük yaşta çocukları olduğu için Kobanê’den Kuzey’e geçmiş. Zozan ve Hiwa kendi aralarında asla Kobanê’den çıkmayacaklarını kararlaştırmış. Helince köyünde sadece ikisi kalmış. Zozan o günleri “Herkes gitti. Ben ve kızkardeşim Helince köyünde tek başımıza kalmıştık. Arkadaşlara yalnız kaldığımızı söyledik ve bizim yanımıza gelmelerini istedik. Gelip bir akşam yanımızda kaldılar. Biz de onlardan silah istedik birlikte savaşmak için. Onlar bizim şehre, onların yanına gitmemizi ve ihtiyaca göre örgütleyeceklerini söyledi” şeklinde anlatıyor.

Savaşın en önemli görevlerinden biri geri cephe. Zozan ve Hiwa yemek yapma ve yaralıların temizlik ve bakımıyla ilgilenmeye başlıyor.

“Bizim öncelikli işimiz sınır hattına yığılmış halka yemek yapmaktı. Ben ve heval Dilan yemek işiyle ilgileniyorduk. Savaş şiddetlenince tüm cephelere yemek yapmaya başladık. Kız kardeşimle hep yan yanaydık. Sonrasında yaralılar olmaya başlayınca onlara da yemek yaptık” diyen Zozan şöyle devam ediyor:

“Pirinç, bulgur, dolma bazen de köfte yapıyorduk. Tabi savaş yoğunlaşınca iki aya yakın pek yemeğimiz yoktu. Sadece pirinç ve bulgurumuz kalmıştı. Gece ve gündüzümüz bir olmuştu. Gece yarıları gidip ekmek getiriyorduk. Zor şartlardı tabi ama savaşçıları gördükçe moral alıyorduk. Karşılıklıydı tabi ki moral. Yek vücut olmuştuk, umut ve motivasyonu da öyle sağlıyorduk.”

‘GÖZLERİMDE YAŞLAR, KALBİMDE ÖFKEYLE ŞEHİT VE YARALILARIN ÇAMAŞIRLARINI YIKADIM’

Hiva Mihemed Ali, görevini “Benim cephedeki görevim, yaralı arkadaşların elbiselerini yıkama, yaralılara bakma ve yemek yapmaktı” şeklinde özetliyor. Ve dolmuş gözleriyle başlıyor o günleri anlatmaya. Hiwa o günleri tekrar yaşıyormuşçasına ve o kadar sistematik anlattı ki araya hiç girmeyeceğim. Dili de anlatımı da yeterince akıcı:

“Bir gün arkadaşlar yıkamamız için elbise getirdi. Bir gömleği işaret ederek kullanılamayacak halde olduğunu söylediler. Hemen alıp baktım savaşçılardan birinin ağır yaralandığını gösteriyordu. Çünkü elbiseye et parçaları yapışmıştı. Bedenini bu halk için siper eden bu savaşçının elbisesini başka bir savaşçıya devretmek gerektiğini düşündüm. Ve onu gözlerimde yaşlar, kalbimdeki öfkeyle yıkadım, kuruttum ve cepheye savaşçılara gönderdim. Seferberlikti, dört parça Kürdistan’dan yoğun geliş vardı. Mutlaka birinin ihtiyacı olacaktı.

Yaralı veya şehit düşen arkadaşların elbiselerini yıkamak zor işti. Manevi anlamda zordu yani. Mesela bir elbisenin içinde kan birikmişti, ister istemez nasıl bir yara aldığını, savaşçının ne durumda olduğunu, şehit mi yaralı mı olduğunu düşünüyorduk. Bir savaşçının elbisesinin cebinde TEV-DEM’in bayrağı çıktı. Bayrak delik deşik olmuştu. Onu götürüp kendi bulunduğumuz noktaya asacağımı söyleyerek yanıma aldım. Bayrak o kadar yıpranmışsa savaşçı ne durumdaydı!

SAVAŞÇILARIMIZ GÜZEL KOKMALIYDI...

Elbiseler, battaniyeler çok kanlı ve çamurlu olduğu için bir gün önceden suya basıyorduk ki, özellikle kan lekesi kalmasın. Tabi kış gelmiş artık, jilet gibi bir rüzgarın yanı sıra bir taraftan yağmur, ara ara da kar yağıyor. Ben ve Şilan arkadaş bir gün önceden suya bastığımız elbiseler için leğenlerin yanına gittik ki ne görelim battaniyeler, elbiseler buzun altında görünmüyor! Hemen içeri alarak o buz tutmuş elbiseleri önce buzdan kurtardık, sonra da bir leke kalmayana kadar yıkadık! Savaşçılar, kan kokusunu duymasın, kimin olduğunu düşünmesin diye bir kez de çamaşır makinesine atıyorduk. Savaşçılarımız güzel kokmalıydı… Keskin rüzgarla birlikte kar yağışının altında battaniye ve tüm elbiseleri dama çıkarıp seriyorduk.

Bir gün yine elbiseler geldi. Arkadaşlar ikinci kattaki varillerin doldurulması gerektiğini söyledi. İki arkadaşımızın çocukları da vardı. Onlar suikastlerden ötürü gitmek istemedi. Ben dedim ‘şehit düşersem benim bir kardeşim var o da burada cephede zaten’ ben giderim. Gittim varillerin yanına. Ben karnas ile suikast yapıldığını bilmiyorum. Ama kulağımın dibinden vızıltılar duyuyorum. Eğile, sürüne zar zor o gün suyumuzu doldurabildik.

‘YARALILARDAN MORAL ALIYORDUK’

Yemek yaptığımızda özellikle sabahları yaralı arkadaşlar kahvaltılarını almaya gelince moral alıyorduk. Kiminin ayağı, kiminin kolu yoktu. Bazen damdan bize sesleniyorlardı yemek hazır mı değil mi diye. Bazen de biz tencereleri alıp onların oraya gidiyorduk.

Şehir savaşının en öne çıkan yanı yoldaşlık ruhuydu. Çünkü öyle gaz, tüp filan yoktu. Bütün yemeklerimizi ateş üzerinde yapıyorduk. Ayrıca yaralı arkadaşların kendi aralarındaki diyalogları çok güzeldi. Silava diye bir arkadaş vardı tüm yaralıların taklidini yapıyor, kahkahayla gülüyorlardı. Yaraları biraz sağalınca cepheye gidenler oluyordu. Onların o coşkulu hallerini, inançlı hallerini gördükten sonra şehit düştüklerine inanamıyordum.

SENFONİ TAMAMLANDI, ‘KOBANÊ ÖZGÜRLEŞECEK!’ SÖZÜ TUTULDU

Aylar geçmişti, arkadaşların elinde sadece küçük bir yer kalmıştı. O gün söz verdiler “Kobanê özgürleşecek” diye. Gerçekten de kısa bir süre sonra Peyman arkadaş geldi “size müjdem var” dedi. Biz de “Bu halimizde ne müjdesi?” dedik. “Arkadaşlar 7 sokağı özgürleştirdi” deyince mutluluk ve hüznü birlikte yaşadık. İster istemez şehit düşenler geliyor insanın aklına. Keşke onlar da görse bugünleri diyor insan.

O günden sonra gün be gün ilerledi bizimkiler. Artık Kaniya Kurda’ya yetişmişlerdi. Biz yine çamaşır yıkıyoruz, bir arkadaş geldi dedi “Kobanê merkezi özgürleşti” oturup ağladık…

‘O KADAR ŞEHİT VERDİK EV GİTMİŞ KİMİN UMURUNDA!’

Sonra Helince’de çetelerin bizim evimizi patlattığını söylediler. O kadar şehit vermişiz ev kimin umurunda. Ama birçok arkadaşın anısı vardı o evde sadece ona üzüldüm. Şehrin özgürleşmesi sonrası arkadaşlardan tek bir şey istedim “önce şehitliğe gidelim” Kardeşimin oğlu Demhat şehit düşmüştü onun acısı içimde çok tazeydi. Onun mezarını, diğer şehitlerimizi görmeden hiçbir yere gidemezdim. Arkadaşlar bizi şehitliğe götürdü. En son gömülen Şehit Demhat’tı. Uzun bir süre oturduk başında. Ona söylememiz gereken şeyler vardı söyledik. Oradan Helince köyüne geldik. Evimiz tanınmaz haldeydi. Köy de öyle. Tüm anılarımızı çeteler yerle bir etmişti. Bize kalan o anıları yaşatmaktı ondan sonrası… Zaten bir süre biz evimizde kalmadık. Temizledikten sonra yaralı arkadaşları yerleştirdik. Uzun süre onlar kaldı evimizde. Biz arkadaşlarla halk dönene ve onları yerleştirene kadar çalıştık. O gün bugündür hala çalışıyoruz.

BİRİMİZ ŞEHİT DÜŞERSEK...

Ben ve kız kardeşim birbirimize şu sözü vermiştik: Birimiz şehit düşerse diğeri asla eve geri dönmeyecek! Savaşçılara katılacak! Kardeşimle 6 ay boyunca sadece bir gece ayrı yerlerde yattık o zaman da ben zaten sabaha kadar uyuyamadım. Çocukluğumuzdan beri tüm zorlukların içerisinde birlikte mücadele ettik. 

 

https://anfturkce.com/rojava-surIye/bir-kobane-hikayesi-aylarca-kanli-elbise-yikamak-151423 

Gönderen Bircanyildiz zaman: Cumartesi, Ocak 30, 2021
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

11 Kasım 2020 Çarşamba

Hüseyin Akdoğan - Armanc Kerboran'ın Hayat Günlüğü

Gönderen Bircanyildiz zaman: Çarşamba, Kasım 11, 2020
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

Hep Yürüyorsun - Şiir: Dilzar Dîlok - Müzik: Mehmûd Berazî - Seslendir...

Gönderen Bircanyildiz zaman: Çarşamba, Kasım 11, 2020
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

25 Temmuz 2020 Cumartesi

Sinemayla tüm hayatlara dokunabilirsin (3. Bölüm)




DELAL YILDIZ
SÜLEYMANİYE

“Kadim savaşçıların sadık dostu ve yol arkadaşı…

Ege’nin çocuğu; dağların, dağlar ülkesinin sevgilisi…
Ve anlatıcısı… 
Gerçek ile hayalin iç içe geçtiği hayatların anlatıcısı…
Anlayıcı, dinleyici ve anlatıcısı…”

Bu alıntı Şehit Armanc Kerboranî’nin günlüğünde Halil’in şehadeti sonrası yazdığı yazıdan bir bölüm. ‘Dağ gibi mirasın ardılı’ demiştik biz de Dersim için. Halil’e dair söylenen ’Gerçek ile hayalin iç içe geçtiği hayatların anlatıcısı. Anlayıcı, dinleyici ve anlatıcısı’ kısmı, öğretmenden öğrenciye geçen en değerli şey bence. Buna, kadın ruhunun incelikli yaklaşımı da eklenince miras sağlam ellerde. Dersim, sıkı bir dinleyici biliyorum. SARA belgeseli bizi bir araya getirdiğinde ve sonrasında ayrıldığımızda iyi dostlar olmuştuk artık. Üzerimde emeği çoktur. Sadece dinleyici değil tabii hem anlayıcı hem sorgulayıcı ve sorgulatan… Akılcılığı, ikna yeteneğini de eklersek alanında ivme kazanarak ilerleyen yetenekli bir yönetmen. Filmlerinde oynayan -rolün büyüğü küçüğü yok- tüm tanıştığı insanlar onu arar, sorar. Tabii o da öyle. Pragmatist değildir kısaca. Mesela *Nujiyan Erhan’ı ondan başka kimse baş rol oynamaya ikna edemezdi.
Dersim röportajımızın üçüncü ve son bölümünde önce Nujiyan’lı zamanları anlatacak. Ardından “Yönümüzü sinemaya dönmüşsek bir derdimiz var demektir” sözleriyle başladığı Şengal filminin hikayesine girecek. Şengal analizleri ve yaptığı çıkarımlar takdire şayan. Tarihsel derinliğe inişi, ortak kültürel mirasın duygu dünyasında yarattığı değişimleri paylaşmasındaki şeffaflık etkileyici.
Sonlara doğru ise dünya ve Kürt sinemasını tahlil ederken sistemin kadına biçtiği rolün kritiğini de yaparak çözüm önerileri sunacak. “Sinemanın doğası, kadının gerçeğine çok yakın. Kadın da tüm sanat dalları arasında en çok sinema aracılığıyla hayallerini dile getirebilir” diyen Dersim Zêrevan, sinema ve sanata gönül vermiş, hayalleri geniş genç kadınlara kökleriyle ters düşmeden başarıya giden yolun sırlarını paylaşacak…

HEM BAŞROL, HEM ÇAYCI!
Rûpelên Sor’da Nujiyan Erhan baş rol oynadı. Nujiyan hem Kürdistan dağlarında hem de Şengal ve Rojava’da gazetecilik yaptı. Bu kimliğiyle, bilinçli bir tercih miydi onun başrol oyuncusu olması yoksa başka bir nedeni var mı?
Nujiyan sadece Rûpelên Sor-Kızıl Sayfalar’da oynamadı. SARA belgeselinin de ekip üyesiydi. Senaryo çalışmasına ve çekimlerine katıldı. Dostluğumuz, paylaşımlarımız belgesel çalışmasında yoğundu. Birlikte gitmediğimiz yer, çekmediğimiz acı, paylaşmadığımız düşünce kalmadı. Bizim dostluğumuz SARA belgeseliyle başladı. O’nu baş rol oyuncusu olarak tercih etmemin nedeni; alçak gönüllüğü, insanı incitmeyen deyim yerindeyse pamuksu karakteri, çocuk yüreği ve dostluğuydu. Çok ısrarcı oldum baş rol oynamasında. İki ay işlerini ayarlayarak gelmesini bekledim. Bizim yoğun isteğimiz üzerinden kabul etti teklifi. Yoksa tercihi değildi, oyunculukta başarılı olamayacağını düşünüyordu.
Nujiyan baş rol oyuncusuydu ama, filmde hem senarist, hem çaycı, hem teknik ekip yardımcısıydı. Kısaca nerede ihtiyaç varsa oradaydı, canla başla çalıştı. Bütün ekiple de ilgilendi.
Mesela savaşçı bir oyuncumuzun okuma-yazması yoktu. Nujiyan, set gece yarısı da bitse onun derslerini ihmal etmiyordu. Onun okuma yazma bilmemesini kendisine dert etmişti. Yaşamdaki birçok benzer yaklaşımlarından ötürü ekiptekilerin çoğu ona bağlanmışlardı. Şehadetiyle adeta yıkıldılar.
O’nun için yoldaşlık çok önemliydi. Nujiyan nerede olursa olsun herkesin gönlünde yer ediniyor ve o çalışmanın vazgeçilmez bir parçası oluyordu.
Ve kişi olarak onun gelmesinde ısrar ettiğim için, onunla alın teri döktüğüm için çok mutluyum.

FİLMİN 5 ŞEHİDİ VAR
Film bittikten sonra sadece Nujiyan değil 5 oyuncu şehit düştü. Hîwa Sine adlı erkek savaşçı da baş rol oynayacaktı. Onunla konuşmuş ve onay almıştık. Filme başlamadan DAİŞ’e karşı savaşta yaralandı. İki ay sonra da maalesef şehit düştü. Hîwa Sinê’yi hem ekibimizin bir üyesi olarak gördük hem de filmi O’na atfettik.
İstemediği halde oyunculuk yaptı Nujiyan. Oyunculuğu nasıldı?
Bir gün çok kızdım, “oyunculuğa odaklanmak dışında herkesle, her şeyle ilgileniyorsun” dedim. O da gitti, akşam geç saatlerde geldi. “Nujiyan eğer film bitmeden gitmeyi düşünüyorsan, daha yolun yarısındayken söyle” dedim. “Hayır, şimdi değil filmin gala günü gideceğim!” dedi gülerek.
Ne oldu film? Vizyona girmeye hazır mı? Film hakkında teknik detay verebilir misin? Biraz tanıtmış da oluruz... 
Filmin ilk dönemlerinde ben ve Çiğdem Roj uzun bir süre yalnızdık. O’nun için yeni bir mecraydı, deneyimi yoktu fakat tüm gücüyle katıldı. Hem senaryo tartışmalarında hem de prodüksiyonda yer aldı, kamera yardımcılığı da yaptı. Rojava Film Komünü yeni kurulmuştu. Oradan da iki kişi dahil oldu. Kameramanımız Komaz Süleyman Faqi’ydi. Daha önce sinema setlerinde bulunmuştu. Seferberlik zamanı Rojava’ya gelmişti. Ses’ten anlayan arkadaşımız da Rojava devrimine bir biçimde katılmak, emek harcamak üzerinden gelmişti. Diğer işlere ise oyuncularımızı koşturduk. Daha sonra Avrupa’dan Serhat Hülakü dahil oldu ekibimize. Onun deneyimi biraz vardı. Filmin tüm ekibi bunlardı. Toplamda 10-12 kişiydik. Dışarıdan dahil olan üç kişi dışında hepsi oranın insanı, savaşçısı, emekçisiydi… Ve o toprağın hikayesi anlatıldığı için de çevremizdeki herkes sorumlulukla hareket etti, elinden gelen yardımı da esirgemedi.
Peki filmin maddi alt yapısı, sponsor vs… 
“Kameramanım, set görevlisiyim, oyuncuyum para istiyorum” şeklinde bir gündemimiz olmadı. Ve çok küçük bir bütçeyle filmi tamamladık. Özerk Yönetim ve Rojava Film Komünü’nün desteğiyle yaptık. Öyle özel bir bütçe ayrılmadı. Esas olan gönüllülüktü, ortak bir amaç için bir araya gelinmişti; Devrime hizmet ediliyordu, herkes de elinden geleni yaptı. Ne imkan varsa kullanıldı. Elektrik ve araç sorunumuz vardı. Bunların temini için seferber olundu.

OYUNCU-YÖNETMEN YER DEĞİŞTİREBİLİYOR
Film ne kadar zamanınızı aldı? Başladıktan sonra senaryoda değişiklikler oldu mu, şartları da göz önünde bulundurarak?
Şüphesiz. Birçok şey eklendi. Oradaki savaşçılar konuya daha hakimlerdi. Oyuncu savaşçılarımızdan biri “O dönemde biz bu arabayı kullanmadık. Bunlar daha sonra çıktı” diyerek daha dönemine uygun bir şey önerdi. Bazen yönetmenin yerine görüş ve önerilerde bulunuyorlardı; “şu mevzinin şekli şöyle olmalı, kamera şuradan çekmeli” gibi. Böylesi durumlarda oyuncu-yönetmen yer değiştirebiliyor. İşin doğası gereği böyle oluyor.
Sıra en son filmde. Dağ sineması, ardından Rojava Devrimi’nin kahramanları… Derken Şengal projesiyle devam ettin. Adeta zoru zorla yarıştırmak gibi. Şengal’deki Êzîdî Katliamı’nı anlatan filminden biraz bahseder misin? 
Yönümüzü sinemaya dönmüşsek bir derdimiz var demektir. Yaşanan tüm haksızlıklara karşı kadın aklıyla, bakışıyla haklı olanın mücadelesini vermek istiyoruz. Nerede olursa olsun, koşullar ne olursa olsun peşine düştüğümüz gerçekliğin dile getirilmesi için ne yapılması gerekiyorsa onu yapıyoruz. Evet sinemayı seviyorum. Bu sevgi güç veriyor, dile getirmek için yol yöntemin her zaman var olduğunu söylüyor.
Kızıl Sayfalar benim için önemli bir deneyim olmuştu. Dağ ekibinden sonra yeni bir ekip oluşturmuş, yeni ortamımızda nasıl ilerleyeceğimize dair çok şey öğrenmiştik. Zaten yeni bir projeye başlayabilmen için de elindeki projenin sana cesaret vermesi gerekir. Bende de öyle oldu. Yeni proje ya Kobanê ya da Şengal olacaktı. İkisi de muazzam direnişlerin mekanıydı. Hem acılarıyla hem de zaferleriyle insanlık tarihinde şimdiden yerlerini almışlardı.

ŞENGAL’İ TANIKLAR ANLATMALIYDI
Şengal için çok fazla projeler yapıldı, her yapı da kendi bakış açısıyla anlatıp, çıkar sağlamaya çalıştı. Reşeba, Güneşin Kızları ve Silahların Kız Kardeşliği gibi dışardan yapılan bazı filmler de oldu. Hiçbiri de esasa odaklanmamıştı. Şengal’i esas tanıklar ve halkının gözünden verememişlerdi.
Bizler yaşananlara tanıklık edenlerdik. Şengal anlatılacaksa halkı, o trajedi ve kahramanlıkları yaşayanlar, ona tanıklık edenler anlatmalı diye düşündük. Binlerce kadın kaçırılmıştı, yüzlerce çocuk yaşlı susuzluktan ölmüştü göç yollarında. Bir insanlık trajedisi yaşanmış, inancından köklerinden dolayı defalarca kırıma uğramış bir topluma yeni bir ‘Ferman’ yaşatılmıştı. Bu yüzden yönümüzü Şengal’e döndük. Hem bir özeleştiri olarak hem de gerçekliği dile getirmek için... Çünkü çekilen filmlerde gerçeğin çarpıtıldığını gördük. Kim direndi, kim savaştı, kimlikleri neydi? Bunlar göz ardı edilmiş, bunları gizlemek, kendilerini temize çıkarmak adına filmler çekilmişti. Oysa ki; bu filmleri çektiren güçler yaşanan katliamda pay sahibiydiler. Bu nedenle kalın hatlarıyla da olsa gerçeğe dokunabilmek, anlatma çabası içinde olmak bir borç gibiydi.

ACI HER TARAFTA TAZE VE CANLIYDI!
Şengal, çok çok zordu. Film çekmenin ötesinde hikayeleri dinlemek, katliamın yaşandığı mekanların hepsinde bulunmak, yaşanan vahşetin izlerini takip etmek... Acı her tarafta o kadar taze ve canlıydı ki! Bir o kadar da riskliydi. Her an bir mayın patlayabilirdi. Savaşın yaşandığı, DAİŞ’in üs olarak kullandığı bölgeler hala mayınlardan temizlenmiş değildi. Ve hala sıcak bir savaş alanıydı, yeni saldırılar olabilirdi. Şengal tarihi olarak Kürtlerin kaybettiği yerde, tarihi tersine çevirmenin mekanı bence. Bir kadın olaraksa adını koyamadığımız, sırrını çözemediğimiz yanlar Şengal’de saklı. O yüzden kişi olarak da yeni tahliller yapma ihtiyacı duyduğum bir mekan.

ŞENGAL FİLMİ HEM BORÇ HEM ÖZELEŞTİRİ
Şengal taze bir yara… Bu yüzyılın insanlık adına en büyük travmalarından biri belki de. Ne özeleştirisini veren oldu ne de katliamın sorumluları bilinmesine rağmen uluslararası alanda hesap sorulmadı, adı konulmadı. Bunun filmini yapabilmek de cesaret istemiyor mu?
Eğer bizler bir hakikatin peşindeysek, çok açık bir şekilde yapılan haksızlığı göstermeliydik. Bu yönüyle de aslında hem bir borç hem de bir özeleştiri. Bir de şu var; gidip orada film çekebilmen için, o toplumun güvenini kazanman gerek. Bu çok önemliydi. Çünkü çıkarı olan oraya gidip bir şeyler koparmaya çalıştı. Kim onlara yaklaştıysa bir şekilde ihanet etti. Başlarına mutlaka kötü bir şey getirdi. Ve doğal olarak bu toplum artık kolay kolay inanmıyor.

YARALARININ YOLDAŞLIĞINI YAPMAK İSTEDİK
Çok misafirperverler. Kapılarını sana açabilirler fakat sırlarını vermezler sana, onlardan biri olamazsın. Amaç tabii ki sırrını almak değil ama biz acılarını sol yanımızda hissediyorduk, yaralarının yoldaşlığını yapmak istiyorduk. Bunun için çok çaba harcadık. Tarihi olarak gerçeklikler var. Tüm Kürtlerin ortak inancının kökleri burada gizli. Ben bu konuda iknayım. Örf ve adetlerimiz, tarihi şifrelerimiz bu kaynaktan geliyor. Mesela Çarşema Sor bizim oralarda da var. Güneşin kutsallığı, doğayla bütünlük vb. bunlar ortak değerlerimiz. Zaten orada bulunduğumuz süreçte köklerimizi çok yoğun hissettim. Hayatımdaki kayıp halkayı bulduğumu düşündüm hep oradayken.

SENARYOMUZU YENİDEN ŞEKİLLENDİRDİK
Zor olmadı mı bu trajediyi yaşayanlarla tanıklık edenlerle filmi çekmek. Evet bir yönüyle en olması gereken ama diğer yandan onlar için çok zor olsa gerek…
Aramızda bir güven ortamı oluştu. Şartlarını söylediler. Senaryomuzu onların şartlarına göre yeniden düzenledik. Çünkü onların yaşadığı bir gerçekliği ele alacaktık. Mesela açık açık “KDP’nin ihanetine filmde yer vermezseniz asla kabul etmeyiz” dediler. Sadece fiziki bir saldırı değildi, esas olarak inançlarına saldırı vardı. “İbadet yerlerimizin kubbeleri bombalandı, havaya uçuruldu. Bunları filme koymalısınız” dediler ve biz bazı sahnelerimizi buna göre yeniledik. Giyim tarzına ilişkin bazı şeyleri detaylı inceleyememiştik. İnançları gereği hassasiyetleri olan renklerdeki elbiselerin kullanılmamasını istediler.
Sahnelerimiz çok acı dolu ve ağırdı. DAİŞ’in saldırdığı anların canlandırılması mesela! İnsanın yüreği kaldıramıyor. Onlara tekrar bunu yaşattığımız için defalarca özür diledik. Çünkü insanlar gerçekten o an’ı yeniden yaşıyorlardı; ağlıyor, korkuyorlardı. DAİŞ çetelerinin rolünü oynayanları görenlerin acıdan mide bulantısı başlıyor, tansiyonu düşüyordu. O yüzden aslında gerçekten de çetelere şekil olarak benzeyenleri getiremedik. Siyah elbiseleri görmeleri bile o zamana götürüyordu insanları, kaldıramıyorlardı. Bu nedenle küçük bir köyde, fazla insanın olmadığı yerde çekim yapabildik. Acılar çok tazeydi insanların tahammülleri yoktu. Elbiselere bile.

‘KATLİAMDA NASIL YALIN AYAK YÜRÜMÜŞSEM…’
Esas rollerden birini oynayan anne vardı. Çıplak ayakla yürümesi içimi parçalamıştı. Terlik giyebileceğini söyledim. Anne “Hayır. Nasıl o katliamda yalın ayakla yürümüşsem, şimdi de öyle yürüyeceğim!” dedi. “Rolün çok fazla keskin taşlar, dikenler var” diyerek ısrar ettim bana cevabı şuydu: “Eğer ben o ferman boyunca yalın ayak yürüyüp bu acıları çekmişsem, bu gerçeği herkesin görmesi için şimdi de öyle yürüyeceğim!”
Psikolojik ağırlığı ve acısı çok fazlaydı. Biz Şengal’de filmin içinde filmi yaşadık. Senaryomuzun kat be kat fazlasıydı.

FAZLASIYLA GERÇEĞE SADIĞIZ
Senaryolar öncesi araştırma, inceleme fırsatınız oluyor mu?
Kürtlerin yaşadığı hem siyasal hem de toplumsal gerçekliğe uzak biri değilim. Ne istediğine dair bir fikrim var. Dağda da böyleydi şehirdeki toplumsallık içerisinde de böyle. Tabi ki senaryomuzu örerken konu hakkında araştırmalarımızı yapıyoruz. Konunun kahramanlarının hayatları hakkında, mekansal olarak olayların yaşandığı yerlerde.
Sıkıntı şurada; biz fazlasıyla gerçeğe sadığız. Başkaları çok fazla hayal ürünü şeyler katıyor çekim esnasında. Ama Kürtler bazılarının hayal edemeyeceği şeyler yaşadı. Ve buna sadık kalmak durumundayız. Tüm dile gelen, sete yansıyan şeyler gerçek.

KİMLİĞİMİZ İÇİN SİNEMA YAPIYORUZ
Kürt sineması ve dünya sineması farklı. Senin de dediğin gibi fanteziye pek yer yok. Çünkü gerçeklik fanteziyi aşıyor. Bu durumda çok fazla gerçek hikaye var. Tercihi nasıl yapıyorsunuz? 
Evet bizim dünya sinemasının fantezilerini çok çok geride bırakan gerçek hikayelerimiz var. Buna karşın bizim verebildiğimiz bunun çeyreği bile değil. Bizim de tecrübesizliğimiz, yeterince hakim olmayışımız bir kusurdur mesela. Bu, bir yansıtamama sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Ve yetersiz yaptık mı da hakkını verememiş oluyoruz gerçeklerin.
Sinemayı sadece sinema için çok yaygın bir deyimle sadece sanat için yapanlar var. Sadece ticaretini yapanlar var. Kürtler olarak bizim ise kimlik sorunumuz var. Her yaptığımız film kimliğimizi de yansıtsın istiyoruz. Düşünün mesela insanlıktan nasibini almamış DAİŞ çetesi, saatler sürmeden şehirler fethetti. Kimse karşısına çıkamadı, devletler bile! Sadece YPG ve YPJ savaşçıları insanlık adına direndi, savaştı ve kazandı. Fedai felsefesiyle bu insanlık düşmanlarının durdurulması gerekiyordu. Öyle de yaptı. İşte bunun anlatılması gerekiyordu.

GERÇEĞİ, MÜBALAĞA OLARAK GÖRENLER VAR!
Sonuçta her filme yönetmenin fantezi eklemesi gerekir ama…
Evet ama gerçeğe sadık kalmak ahlaki sorumluluk bizim için. Ona rağmen “Şu görüntü çok Amerikanvari olmuş” eleştirisi gelebiliyor. Gerçeği mübalağa olarak değerlendirenler var. Hâlbuki onun çok çok ötesinde akıllara durgunluk veren şeyler yaşanmış, biz ancak bir kısmını görünür kılabiliyoruz. Ne kadar hayal gücü, fantezi eklesek bile bir nebze anlatabiliyoruz.

KÜRT KADINI KENDİNİ MÜCADELESİYLE VAR ETTİ
Beritan, Sara, Zap’ın Gözyaşları ve Kızıl Sayfalar filminde de kahramanlar kadın. Bunlar tesadüf müydü? 
Tabii ki değil. Kürdistan Devrimi’nde kadının yeri, ayrıcalığı çok net. Kürt tarihinde, Kürt toplumunda ve Kürdün yaşamında da genel olarak öyle. Kürt kadını, toplumun yaşadığı tüm zorlu şartlarda en ön safta yerini almıştır. Ve değerini tarih boyu mücadelesinden almıştır. Toplum içinde öteki olmayı hiç kabul etmemiştir. Kürt toplumu da tabii feodal bir toplum ama mücadelesiyle var olabilmenin toplumun öznesi olmanın yolunu ve yöntemini aramıştır. Sadece Rojava devrimi veya Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin çıkışıyla değil, tarih boyunca Kürt serhildanlarının hepsinde direnen kadının adı vardır.
Bir Kürt kadını olarak film yaparken içimde kalanlar, yarımlıklar, ulaşamadıklarımı hayallerle daha güçlü ve hızlı gerçekleştirebiliyorum. Bu bakımdan hayaller bir bakıma insana yakınlaşıyor. Ve bu anlamda sinema kadının ruhu ve hayal dünyasına çok daha yakın. Aynı zamanda hayallerini dile getirmek için bir fırsat, bir zemin.

KADINSAN, ÖNCE ‘KENDİNİ İSPATLA’MAN GEREK!
Ama sinema çok zor!
Evet. Katılıyorum. Ama tekrarlıyorum; kadına da çok yakın. Çünkü kadın, sürekli zorun içinde kendini var etmiş. Zor olması kadının kendini sinemadan geri tutması anlamına gelmiyor. Ürkütücü, riskli. Çünkü bir filmi çekmeden önce kendini kabul ettirebilmek için çok çok zor yollardan geçmen gerekiyor. Yani “ben de yapabilirim” gibi ispatlama zorunluluğu oluyor. Mesela bir erkeğin bu alanda iyi olup olmaması, kendini ispatlayıp ispatlamadığı konusu hep talidir. Öyle bir gereklilik de görmüyor kimse. Biz kadınlar için zor. Ve bunların hepsini yaşadık.
Sistemdeki algı; kadın, hep bakılması gereken bir nesne. Düşüncenin, yaratımın sahibi değil! Sadece kamera önünde görünen olmalı. Erkek aklında da bu var, toplumların aklında da bu var. Genel, sistemsel bir yaklaşımdır bu kadına. Kamerayı eline alamaz, yönetemez, senaryo yazamaz. Karşılaştık bunlarla. “Kimdir yönetmeniniz”, “şu kadın arkadaş” denildiğinde “Yaa öyle mi yapabiliyor mu?” şeklinde bir yaklaşım var. Yani bu işi yapabilmek için gerçekten çok ama çok güçlü durmak gerekiyor.
2000’li yıllara gelene kadar pek kadın yönetmen ismi öne çıkmadı? Gölgedeydi…
Hayır. Değil ki yoklardı. Çok değerli, önemli kadın yönetmenler oldu ve fazlaca üretim vardı. Sadece görülmek istenmedi, bilinçli olarak.
Natalie Portman’ın bir protesto etkinliği vardı bu konuyla alakalı Akademi Ödülleri’nde. 
Egemen erkek zihniyeti yaşamın tüm alanlarına sızmış durumda. Sinema alanının sadece erkeğe ait olduğunu kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bazı yönetmenler aracılığıyla insanları kadının, sadece kadının da değil doğanın ne kadar gereksiz, başarısız, işe yaramaz olduğuna ikna etmeye çalıştılar. Alfred Hitchcock mesela bu amaca hizmet edenlerden biridir.

EN BÜYÜK SAVAŞ HAKİKAT UĞRUNA VERİLEN SAVAŞTIR
Genç Kürt kadın yönetmen adaylarına neler söylemek istersin? Nasıl bir yol izlemeliler?
Ben sinema okumadım. Genç yaşlarda aktivistliğe başladığım için de çok uzun süreli okul okuduğum da söylenemez. Fakat hayatı iyi okuduğumu söyleyebilirim. Yaşadım yani bu hayatı. Bu hayatı yaşarken, acısıyla, güzelliğiyle veya ruhunu feda etme gerçekliğiyle karşılaşma ihtimalini de katarak söylüyorum; bir an bile tereddüt yaşamadım tercih ettiğim hayatta. Bu, aslında bana nereden başlayabileceğimi öğretti. Önemliydi. İnsan sürekli bir devinimin içinde. Hayalinde üretiyor, yapıyor, yıkıyor. Hepsi daha iyisi için.
Toprağının, toplumunun, insanlığın, kadının, çocuğun, doğanın acısını, çağrısını dinliyorsun. Arayışların çoğalıyor “daha iyi nasıl yaparım” diye soruyorsun kendine. Sinema aşkım; bu gerçeklik etrafında, bu çığlıkları duyurabilme mücadelesi olarak şekilleniyor. En büyük savaş hakikat uğruna verilen savaştır. Bu gerçeklikten yola çıktığım için kavgayı hep büyütmek gerektiğini düşünüyorum. Tüm dünyanın gözlerini doğruya-gerçeğe kapadığı yerde görmezlikten geldikleri her şeyi sinemayla onlara gösterebiliriz. Sanatın kimliği çok güçlü. Ve rahatlıkla her insana dokunabilir.
Bu yolu, böylesi bir mücadele sahasını tercih etmek benim açımdan çok değerli.

SADECE SİNEMAMIZ DEĞİL ÜLKEMİZ DE YASAK!
Bu yola gönül vermiş, gönül vermeye meyilli genç kadın arkadaşlarımıza “Kendine inan. Cesaret et. Eğer ilk adımı atabilirsen, hiçbir şey zor değil” diyebilirim. Meşakkatli bir yol, biz de çok düştük-kalktık bu yol boyunca. Öyle zamanlar oldu ki; elimizdeki teknik hayallerimize yetmez oldu.
Ama öyle bir topluma aitiz ki sadece sinemamız değil, ülkemiz de yasak! Bu gerçeği hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Ve insanlara hatırlatabileceğimiz en önemli mecra da sinema. Tecrübe edinmeye, yeni yeni insanlar yetiştirmeye çalışıyoruz. Ancak Kürt toplumunun bir savaşı var. Bu savaşa dair filmler çekiyoruz, bir nebze de olsa anlatabilmek adına. Bilinmeli ki kameramanı, sesçisi, oyuncusu oynadığı, emek verdiği filmi göremeden şehit düşebiliyor. Bu nedenle sinema mevzisi güçlendirilmeli.
Amatör olunabilir, ki amatör ruh en yaratıcı olandır. Amatörlük, yeni yaratma girişimlerimiz önünde engel olmamalı. Ruhu mütevazıdır. Ürünü de sadedir. Hayallerinizin peşinden gitmekten korkmayın.
Zaten filmimizi izleyecek genç kadınların erkek zihniyetiyle yönetilen bu yaşamda kendini nasıl koruyacağı, nasıl mücadele edeceği, nasıl kendi ayakları üzerinde duracağına dair fazlaca tüyo var diyebilirim.
Sinema pazarı oluşturulmuş, bir kapan var. Düşmemek için amaç netliği çok önemli. Çok çok büyük filmlerle başlamalarına gerek yok. Yaşanmış yığınla tecrübe var. İzlemeleri, feyz almaları gereken şeyler. İlke ve amaçların netliği kişiyi ticari bir ortamın içinde bile koruyacaktır.
-BİTTİ-
* Rûpelên Sor (Kızıl Sayfalar) filminin başrol oyuncusu gazeteci Nujiyan Erhan (Tuba Akyılmaz), Şengal’de haber takibi yaptığı sırada 3 Mart 2017 tarihinde KDP’ye bağlı güçler tarafından başından vurularak ağır yaralandı. Kaldırıldığı Hesekê Hastanesi’nde 22 Mart tarihinde şehadete ulaştı. 

**3 NİSAN 2020 TARİHİNDE ANF'DE YAYINLANDI...
Gönderen Bircanyildiz zaman: Cumartesi, Temmuz 25, 2020
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş
Önceki Kayıtlar Ana Sayfa
Kaydol: Kayıtlar (Atom)

Popüler Yayınlar

  • Öyle bir yola girdik ki artık bizi durduramazsınız!
    Yalan, haksızlık ve çaresizlikten ibaret, derme çatma yasalarınızla, hapislere doldurup, tank ve panzerlerinizle üzerimize yürüyere...
  • #SûrGünlüğü (1. BÖLÜM)
    Sûr Dimdim Kalesi olacak!     Sur’daki direniş ilk olarak Şehit Berfin arkadaşın da öncülük ettiği 21 Ağustos’ta başlatıldı. Toplam eld...
  • Savaşçı...
      Işığın karanlığa boğulduğ u bir gecede, genç bir savaşçı, gecenin yağmur damlaları ile kirlenen sessizliğinde, kusursuz bir sükunet i...
  • Bir zirve hikayesi…
    Kürdistan… Ülkem… ‘Dağlar denizi’ coğrafyam… Kötülük tanrılarının kara bulutları üzerinden e...
  • #SûrGünlüğü (3. BÖLÜM)
    Direnmeyi miras bıraktılar Çok zorumuza gitse de, cenazeleri alma girişimlerimizin bedelsiz olmayacağı ve yeni kayıpların yaşanabilec...
  • Motosikletli gerilla…
      Önüne bu deniz gibi vadiyi katmış, alelacele yolların tozunu attıran gerilla, Rojavalı Agit. Zira yetişmesi gereken işler çok… ...
  • Hep Yürüyorsun - Şiir: Dilzar Dîlok - Müzik: Mehmûd Berazî - Seslendir...
  • Bir karede iki sade güzel…
    En sevdiğim çiçeklerin başında papatya ve sarmaşık gelir. İkisi de sadelikleriyle beni hep büyülemiştir. Narinlikleri de cabası. Uğur...
  • Beritan'dan Sozdar Goyi'ye direniş geleneği...
    Rojava’nın Cezire Kantonu’ndayım. İlk defa geliyorum Kürdistan’ımızın bu parçasına… Semalarını toz katmanı kaplamış. Bu...
  • Rokette sarmaşık…
    Bu roket geçtiğimiz yıllarda Türk ordusunun Medya Savunma Alanları’nı bombardımanında kullanılmış. Patlamayan roketi ...

Hakkımda

Fotoğrafım
Bircanyildiz
Köyüme ve topraklarıma 25 yıldır hasretim... Bu hasretlik bir gün bitecek biliyorum... Gazeteci olmanın avantajlarını kullanarak zaman zaman köyüme olmasa da Kürdistan topraklarına gidebiliyorum... Bu gezilerdeki duygularımı paylaşmayı seviyorum... Özgürlüğün kıymetini bilenleri ve mücadelesini yürütenleri tanımayı en büyük şansım olarak değerlendiriyorum...
Profilimin tamamını görüntüle

İzleyiciler

Translate

Öne Çıkan Yayın

Elveda Nûjiyan...

Sayfalar

  • Ana Sayfa

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Bu Blogda Ara

Blog listem

  • deftera reş a meral çiçek
    Kadın özgürlük mücadelesini evrenselleştirme olanak ve zorunlulukları - İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde kadın günümüzde olduğu kadar ağır, yoğun ve sistematik bir şiddete maruz kalmamıştır. Kadına yönelik şiddet, en yaygın...
    7 yıl önce
  • YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
    -

Blog Arşivi

  • ▼  2021 (6)
    • ▼  Şubat (4)
      • Yüzlerce hayatın FEDA haline dokunmak… (6)
      • Gökteki kuşlar bile gitmişti… (5)
      • Kobanê savaşında gözümüz kulağımız olan bir savaş ...
      • Savaşın ortasında genç bir anne: Sara Elî Xelîl (3)
    • ►  Ocak (2)
  • ►  2020 (5)
    • ►  Kasım (2)
    • ►  Temmuz (1)
    • ►  Nisan (2)
  • ►  2019 (4)
    • ►  Kasım (1)
    • ►  Eylül (1)
    • ►  Ağustos (2)
  • ►  2017 (1)
    • ►  Mart (1)
  • ►  2016 (5)
    • ►  Eylül (5)
  • ►  2014 (15)
    • ►  Aralık (1)
    • ►  Kasım (2)
    • ►  Nisan (2)
    • ►  Mart (2)
    • ►  Şubat (3)
    • ►  Ocak (5)
Filigran teması. Blogger tarafından desteklenmektedir.