5 Nisan 2014 Cumartesi

Savaşçı...


 Işığın karanlığa boğulduğu bir gecede, genç bir savaşçı, gecenin yağmur damlaları ile kirlenen sessizliğinde, kusursuz bir sükunet ile nefesini tuta tuta düşmanının üzerine süzülüyordu…
Islanan yosun kaplı kayalara, yaşadığı zamanların kiri ile lekelenmemiş göğsünü sürüyor; saçları, mazi ağaçlarının yapraklarının ucunda her an düşmeye ve kendilerine uğrayan her canlıya dokunmaya hazır cömert damlalarla iyice ıslanıyordu. Ve bu, karanlık gecede hiç kimsenin görme şansı olmasa da savaşçının en güzel, en gerçek halini ortaya çıkarıyordu…
Her adımda karanlığı koyulaşan gecede, gençliğin gümbürtülü dağ nehirleri misali henüz yolunu bulmamışlığına ve gerçek dünya ile uçurumlaşan heyecanlarına yakışmayan bir sessizlikle ilerliyordu. Savaşçı her kusursuz hareketinde, sanki gecenin sessizliğine dokunmamayı, bir ibadeti yerine getirmenin özeni ile yapıyordu. Karış karış yol alıyor ve düşmanının nefesini duyuncaya, toprak,  ağaçlar ve damlalara yeşilini vermede minnetsiz yosunların kokularına tezat, kirli postal kokusunu hissedinceye kadar yaklaşmak istiyordu…
Yükseliyordu savaşçı… Işık saçtığı gecelerde, ayın göklere kusursuz yükselmesi gibi… Tırmanıyordu savaşçı, nesli avcılara direnmiş bir panterin avına yaklaşması gibi… Yaklaşıyordu, bir özleyenin sevgiliye yakınlaşması gibi… Nefes alışları hızlanıyor, alın terleri yaprakların uçlarındaki damlalar gibi olgunlaşıyor, karanlığa alışan göz bebekleri bir kurt gibi yükselişteki hiçbir kıpırtıyı kaçırmıyordu.
 Sol eli ile taşları, baharın gür otlarını ve O’nu zirveye ulaştıracak kaya yarıklarını yoklarken; sağ elinde, her an gecenin ışığını yutan karanlık ile dayanılmaz sessizliğini bir uçurumdan aşağı yuvarlayacak, kendi yumruğundan biraz büyük, halkası çekilmiş, zinciri koparılmış, azat edilmiş ve öfkeden çatlamak üzere olan bir ateş topu taşıyordu…
Avucunun içinde sım sıkı tuttuğu ateş topu ile kükreyecek, sesleri öldüren karanlık gecenin zirvesinde karargah kuran düşmanını, ses, ateş ve ışık ile  dipsiz bir kuyuya devirecek, kendisine ait ne varsa ellerinden söküp alacaktı…Ve tüm buları bir nefeste karanlık karargahın askerleri ne olup bittiğini anlamadan olacaktı…
Donmuş geceden, dağ nehirleri gibi akan bir hayatı hemen o gece kuracaktı. Dünya yeniden dünya olacak, neşeli türküler, halaylar, yanakları rüzgarla pembelerin en güzelini almış kocer çocukların sesleri duyulacak, şehirlerin ışıkları yeniden yanacak ve tüm bular gecenin içine bir sel gibi akacaktı… Tüm zaman ve her yer ışık olacaktı, korku ile gölgelenmiş, endişeli bekleyişteki gönüllerin içi de…

Bir savaşçı yükseliyordu…
Ve birazdan, bir dağlar denizi olan ülkenin bir zirvesinde, bir kıyamet kopacaktı…! Ölüm sessizliği ile genç bir savaşçının yüreğindeki bütün sesler; karanlığa boğulan kara gece ile Güneş’in ışıkları, bir zirvede muhteşem bir cenge girecekti… Ve zamanın koca terazisinde kayda girmeyecek bir an içinde kaderin kocaman bir taşı konacaktı…
Alnına düşen ıslak saçları, yarıklardan süzülen narin bedeni ve sağ avucunda yüreğinin ateşi ile ısınan ateş ile karanlığı vuracaktı genç savaşçı… O, bir ömrü, tanrıların insana biçtiği sınırların son haddine kadar yaşamaya müstahak savaşçı birazdan dev bir savaşa girecekti…
 Uçlaşmış bir dengesizlikte, adı Xebat olan bir savaşçı, demirden bir kader gibi bir ülkenin etrafına ve yüreğine sarılmış sınırlara karşı, kocaman bir isyanının başını çekecekti. Bir’ken yüzlere saldırıp, istisna bir zafer kazanacak, hemen erte gece kendisi ile beraber belki de kendisinden yoksun yoldaşları ile dostları, kendisi gibi ışık savaşçıları, Dağların Denizi ülkesinin bir yerlerinde, ateş başı sohbetlerine kurulacaktı…
 Kendisi belki onlardan biri olacak ve sanki bir gün önceki gecede ateşler taşıyan avuçlar bu avuçlar değilmiş gibi bu sefer sadece yudum yudum içilen, sımsıcak bir çay taşıyacaktı avuçlarında. Belki de çoktan ateş başındaki dost ve yoldaşlarının yüreğinde kanatlanıp, sohbetlerinin efsanesi ve O’nların ateşe suskun ve derin bakışlarının sebebi olmuş olacaktı…

Birazdan bir kıyamet kopacak…
Genç bir savaşçı düşmanının kalbine saldıracak…
Birazdan bir zirvede iki kader çarpışacak ve biri uçurumdan aşağıya yuvarlanacaktı…


Hüseyin AKDOĞAN'ın (Ş. ARMANC Kerborani) 30 Nisan (saat: sabah 05:47) 2006'da yazdığı yazı...