27 Ocak 2014 Pazartesi

Bir zirve hikayesi…






















Kürdistan… Ülkem… ‘Dağlar denizi’ coğrafyam…


Kötülük tanrılarının kara bulutları üzerinden eksik etmediği ama ona rağmen yaşam kaynağı olmaktan bir an olsun vazgeçmeyen bu topraklar öz suyunu nereden aldı binyıllar boyu? ‘Kürdistan’ deyince bu soruyu sormadan edemiyorum. Tuhaf olan her seferinde yeni ve farklı cevaplar bulsam da neticede ‘cennet’e çıkıyor hep yolum…


***


Güneş henüz batmamış, açık arabanın kasasında rüzgarların saçlarımızı taradığı, gözlerimizin tüm toza rağmen kapanmak istemediği anlar. Yolumuz Xakurke’ye doğru… Gerillalar araba gürültüsü altında bağır-çağır alanı birbirlerine tanıtmaya çalışıyor. Mazlum adlı gerillanın anlatırken gözlerindeki ışığı fark etmemek imkansız. Alanın eski gerillası, tüm tepeleri, vadileri birer birer anlatıyor arkadaşlarına.


2010 yılındaki gelişimde gerillaların tanıttığı arazinin hepsi aklımda. Kısa bir süre sonra Şexzade boğazına varıyoruz. Tam karşımda ‘Şehit Beritan Kayalıkları’ 1992 Güney Savaşı’nın destansı direnişinin kahramanı Gülnaz Karataş’ın kendini ölümsüzleştirdiği uçurum… Araba çok hızlı sadece 5-10 saniye görebiliyorum. Gerilla ve yönetmen Halil Uysal’ın filminden kareler canlanıyor gözümde.  Beritan’ı görür gibi oluyorum…


Ardından Lelîkan boğazı… Bir tarafı deryayı andıran Xakurke vadisine diğer tarafı ise ‘Deşta Hertî’ye bakıyor. Boğazın birkaç dakika altındaki düzlükte yalnız meşe ağacağı tüm heybetiyle aynı yerinde duruyor. Onu görünce seviniyorum, belli belirsiz bir gülümseme yerleşiyor yüzüme. Bir önceki gelişim bahara denk geldiği için o zamanki müthiş nefel (yonca) kokusunu arıyorum. Kokuyu alamasam da içimden ‘bu hali de güzel’ demeden geçemiyorum. Çeşmeye varınca araba duruyor ve o güzelim suyu sırayla içiyoruz. Tam bu sırada genç gerilla Rodi “sakın yüzünü yıkama, yol uzun tozla birleşince çamur olur” diyor gülerek. Genç ama tecrübeli Rodi’yi dinliyorum ve sadece içiyorum. Sanki daha önce hiç su içmemişim de ilk defa içiyormuşum hissi veren suyu içtikten sonra gayri ihtiyari ‘tanrım ölmek istiyorum’ kelimeleri dudaklarımdan çıkıyor. Arabayı süren gerilla ‘burası ölüm değil, yaşam yeri’ deyince anlıyorum sesli düşündüğümü. Kısa süreli paniğin ardından toparlıyorum durumu. Yeniden arabaya biniyor ve yolumuza devam ediyoruz.


Yolumuzun üzerinde yazın gerillalar ile birlikte aynı alanı kullanan bölge halkının çocukları bizi görür görmez ‘Biji Serok APO’ sloganları ile gerillalara sevgi gösterisinde bulunuyor. Büyükler ise gerillaları “Ser çavim” (gözüm üstüne) sözleriyle selamlıyor, gerillalar selamı kaldırdıkları elleriyle alıyor. Ben de selamlamaya katılmadan edemiyorum. Halk ve gerillanın iç-içeliği ve içtenliği içimde tuhaf bir mutluluk uyandırıyor.


‘Şehit Beritan Şehitliği’ne kısa bir ziyarette bulunduktan sonra geri kalan birkaç saatlik yolu yürüyoruz. Geceyi bir gerilla birliğinin yanında geçiriyoruz. Ertesi günün akşamı esas gitmemiz gereken birliğe ulaşıyoruz. Kaldığımız kadın birliğinin komutanı Güneş Sivas adlı gerilla. Cana yakın, esprili ve tecrübeli. Karker Dağı’na birlikte çıkacağız. Ama bir iki gün beklememiz gerektiğini söylüyor. Bizim için sorun olmadığını söyledikten sonra sohbete geçiyoruz. Kısa sürede hikayeler anlatılmaya başlıyor. Acemilik yıllarının anılarını katıla katıla gülerek anlatıyor. Gülmekten çenemde uyuşma hissediyorum. Adar, Jin, Ekin ve Ronak adlı gerillalar ile iki dopdolu gün geçiriyoruz.


***


Karker Dağı, güneşin doğuşuna göre hemen arkamıza düşüyor. Aşağıdan birkaç gün izleyince heybeti bazen beni şüpheye düşürüyor ‘umarım zirvesine ulaşabilirim’ diyorum içimden. Zira ilk defa bu yükseklikte bir dağa tırmanacağım. Gerilla yürüyüşü ile 6 saat ise kim bilir biz kaç saatte çıkacağız? Sorusunu sormadan edemiyorum kendime.


“Bu akşam çıkıyoruz Karker’e” sözlerini duyunca sanki onun için gelmemişiz de yeni bir şey duymuşum gibi heyecanlanıyorum. Akşama doğru, tırmanışa ve defterin açılışına katılacak gerillaların da bulunduğumuz yere gelmesiyle ortalık iyice şenleniyor. Harıl harıl son hazırlıklar yapılıyor. Ben ve çalışma arkadaşım Dersim Zerêvan da kamera ve fotoğraf makinalarımızın son kontrollerini yapıyoruz.


Malzemeler için birkaç katır ayarlanıyor ayrıca bir de at var. Güneş bulunduğumuz vadiyi terk eder etmez saat 17:00’te yola koyuluyoruz. Gerillalar açık ara önde gidiyor, neyse ki patika belirgin de yolu şaşırmıyoruz. İlk mola 40 dakika sonra veriliyor. Ben pancar gibi kızarmış halde kayaların üzerine oturmuş gerillalara varınca takılmadan edemiyorlar. Dert etmiyorum. Biraz fotoğraf çektikten sonra gerilla komutanı Sozdar Cudi ısrarla ata binmemi istiyor. Ben yürümekten yanayım, daha yeni açılmışım. Ama talimatla ata biniyorum. Daha önce ata binmişliğim var ama atı yürütmek için bayağı bir efor sarfediyorum. Normalde atın en önde gitmesi gerekirken zorla gruba yetişebiliyorum. Diğer arada inmek istediğimi söylüyorum ama talimatın bir sonraki durağa kadar geçerli olduğunu öğreniyorum. Yapacak bir şey yok! Diğer durağın erken gelmesini umarak tekrar biniyorum ata. Neyse ki öbür molada atı gerilla komutanı Çiçek Botan’a yoğun ısrarlar sonucu devrediyorum.


Karanlıkta yürümek zor. Henüz bir tarafımı kırmadan ay ışığı imdadıma yetişiyor. Dolunay altında temiz yayla havasını soluyarak, gerillaların radyolarından yükselen dengbejlerin sesiyle yorgunluk hissi hiç yok. Tam bu sırada sabah saat 3’te yola koyulmak suretiyle dinleneceğimiz söyleniyor. Kadın gerillalar ile birlikte 5 dakika yukarıdaki kayalıkların altında konumlanıyoruz. Genç gerillalar Şindar ve Rugeş ay ışığı altında taşlardan sekerek katırlardan indirilen yüklerin arasından domates, peynir ve ekmeği kaparak geliyorlar. Üç buçuk saatlik yürüyüşün ardından dünyanın en güzel yerinde, en güzel insanlarla en güzel yemeği paylaşıyoruz. Evlerini sırtlarında taşıyan gerillaların evlerinde her zaman misafirleri için de yer olduğunu tulumlarını bizimle paylaşmalarından anlıyoruz. Soğuktan hiç uyuyamayacağımı düşünürken nöbetçinin bizi uyandırdığı saat 3’e kadar deliksiz bir uyku çektiğimi anlıyorum. Hiç üşümediğime hayretler ede ede toparlanıyorum. Katırların yüklerinin yeniden yüklenmesiyle saat 3:30’da yeniden yola koyuluyor, geri kalan yolu 1,5 saatte tırmanıyoruz. (Bu arada fark ettiyseniz 6 saat dedikleri yolu biz 5 saatte tırmanıyoruz, üstüne üstlük övgüde alıyoruz…)


Son yarım saati ben, Dersim ve komutan Sozdar ayrı bir yoldan, diğer grup üyeleri ayrı bir yoldan gidiyor. Onlar direkt gölün yanına çıkıyor, biz ise gölün üzerindeki boğaza. Gölden haberimiz var ama anlatılanlara göre zirveye çıktıktan sonra 5-10 dakikalık yürüyüşün ardından varacağız. Oradaki gerillalarla selamlaştıktan sonra hangi yöne gitmem gerektiğini bir gerilla işaret ediyor. İki kayalık arasında bir kapı gibi bir yer. Oraya yöneliyorum. Gün aydınlanmış ama henüz güneş çıkmamıştı. Başım önümde zirveye varabilmiş olmanın mutluluğuyla yürüyorum. Kapı gibi dediğim yere geldiğimde şoka giriyorum! Karşımda masmavi bir göl ve bir yamacı kar! Elimde fotoğraf makinası öyle baka kalıyorum. Kaç saniye yere çakılı kaldığımı bilmiyorum. Büyülenmiş bir şekilde gölü daha iyi görebilmek için ilerliyorum kayalıkların arasına doğru. Tam bu sırada güneş kilometrelerce uzak dağların ardından yüzüme vuruyor. Kafamı aksi yöne çeviriyorum dolunay. Dilim tutuluyor. Güneş, dolunay, önümde uzanan masmavi göl ve kar… Muhteşem görüntünün yarattığı mest olmuş halimden kurtulmam birkaç dakikamı alıyor. Birden Dersim’in kamerası ile boğazın diğer tarafında görüntü çektiği aklıma geliyor. Çığlık çığlığa bağırmaya başlıyorum net olarak aklımda değil ama şuna benzer bir çığlık “Dersiiiim çabuk gel, güneş çıktı, göl burada, kar da vaaaar!!”


Çok geçmeden boğazda beliren Dersim de benim az önce yaşadığım şokun etkisine giriyor. Hemen benim bulunduğum yere gelmesini, buradan güneşin müthiş görüntüsünü daha iyi çekebileceğini söylüyorum. O da elinde kamera büyülenmiş bir şekilde sendeleyerek yürüyor. Şoku erken atlatması gerekiyordu ki bu anı sizlerle de paylaşabilsin.


Gerillalar aşağıda gölün üzerinde yorgunluklarını atarken biz bir anını bile kaçırmamanın derdine düşmüştük. Ben fotoğraf, Dersim de görüntü çekiyordu. Öylece yarım saat hiç konuşmadan doğaya dalıp gittik…


Gölün yanına inebilmek için Ağustos’un 23’ünde karın üzerinden geçmemiz gerekti. Kayıp da göle düşmemek için bayağı çaba harcadım diyebilirim. Gerillaların yanına vardığımda onlar için normal olanın benim için pek geçerli olmadığını anladım. Güneşin ilk ışıkları altında çaylarını koymuş hatta kahvaltıyı bile hazırlamışlardı. Normalleşmek için biraz zaman istedim gerillalardan. Bu defa da gölün çevresindeki sosın, papatya, punk ve diğer adını bilmediğim birçok çiçekle yakın plan fotoğraflarını çekmeye koyuldum.


Bunun bir rüya değil de gerçek olduğunu anlayana kadar öğlen olmuştu. Dinlenme saatinde uyumak bu cennet mekana haksızlık olurdu. Zaten kendimi hiç de yorgun hissetmiyordum. Saatlerce izledim bu güzelliği...


Öğlenden sonra defterin konulacağı yere tırmanıyoruz Dersim ile birlikte. Bu defa da ‘dağlar denizi’ ile karşılaşıyoruz. Bir tarafımız Kuzey Kürdistan. Haberlere çokça konu olan Konserve Tepesi (Gediktepe)tam karşımızda. Diğer tarafımız Doğu Kürdistan. Güney Kürdistan ile sınırında sayabildiğim en az 10 İran karakolu…


Birkaç saat de 3 bin metrenin üzerindeki bu yükseklikten Kürdistan dağlarını seyre dalıyoruz hayranlıkla… Bu sırada defterin proje sahibi Demhat Cilo, defterin konulacağı yeri bitirmek için son rötuşları yapıyor…


***


Gerilla grubunun hepsi en zirveye, bizim bulunduğumuz yere tırmanıyor ve güneşin batışıyla Kürdistan dağlarının Cilo ve Çarçella’dan sonra üçüncü defteri Karker Dağı’nın zirvesine tarihe not düşmek üzere konuluyor...


Tarihe not düşmek diyorum çünkü gerillaların biçtiği anlam bu. Bu zirveyi tercih etmelerinin nedenini o kadar net ve sade anlatıyorlar ki; “özelde Şemzinan hamlesinde şehit düşen arkadaşlarımızın şahadet yerleri hepsi buradan görünüyor. Ve daha nice yoldaşımızın son nefesini verdiği yerler… Onların sayesinde buradayız. Gerçekleştirmek istedikleri hayallerinin savaşçıları olduğumuzun bilincindeyiz. Tüm şehitlerimizi bu deftere not düşecek, onların kahramanlıklarını yazacağız. Her buraya çıkış bize acı verecek ama biz bu acıyla inancımızı bileyeceğiz. Tarih karşısındaki sorumluluğumuzu biliyoruz. Kısacası bugün burada bulunmamız bir defteri koymaktan öte anlam taşıyor bizim için…”


Gerillalar hüzünlerini kendi içine atarken, heyecan ve mutluluğunu bizimle paylaşıyor. Biz zaten cennette olduğumuzdan eminiz çünkü çevremizde tüm acılarına rağmen bize gülen yüzünü gösterenlerin melekten hiçbir farkı yok...
Hayatımın ilkleri arasına, büyük anlamların yüklendiği bir zirve yolculuğu da usulca gelip giriyor. Gerillalar yüreğimdeki en stratejik kaleleri işgal ediyor… İşin ilginci işgal memnun edici, gurur verici… Unutulmaz anılarla, şansımızın farkında olarak tekrardan buluşmak umuduyla ayrılıyoruz gerillalardan…

29 Eylül 2013 tarihinde Yeni Özgür Politika Gazetesi'nin 15 günlük ilavesi PolitikART'ta yayınlanmıştır
http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=24209