31 Ocak 2014 Cuma

Özlem taşıyıcıları…



Geri çekilen gerillalardan birinin gözlerinin ötesine bakmak…


… Ağır ağır ilerleyen adımlar!.. Halbuki adımlarının hiç bu kadar öne atılmak istemediği zamanlarına tanık olmamıştı. Ancak birkaç dakika öncesini hatırlayarak, bunun gerçek olmayacak kadar acıtıcı olmasına anlam verebildi… Adeta tarih ve anıların istilasına uğramıştı… Her adım aralığının ona böyle bir an yaşatacağını daha önceleri biri söylemiş olsaydı güler geçer, hatta dalgaya bile alabilirdi… Tarihin aslında canlı olduğunu biliyordu ama böylesine derinden ve sarsıcı olabileceğini hiç hayal etmemişti…


Tanıdıklarının dışında, tanımadığı, sadece adlarını duyup, üzerlerine yazılar okuduğu kendinden önceki zamanın savaşçıları ona görünüyordu… Elini uzatsa dokunabilirdi ama bunu yaparsa kaybedeceğinden korktu. Hayret! Halbuki çok acıtıcıydı…


Nefes alışverişlerinin yarım olduğunu hissetti. Ama onu da hemen kabul etti… İçinden ‘zor olanın güzel olacağı’ gerçeğini geçirdi… Kendince ‘şimdiye kadarki en zor zamanım olsa gerek’ dedi ve hiçbir endişeye kapılmadan “ne kadar sürerse sürsün kabulümsünüz” kelimelerinin ağzından sesli olarak çıktığını fark ederek hafif irkildi. Zira önündeki arkadaşı onunla konuştuğunu sanıp bu zor, acıtıcı ve bir o kadar da öğretici olacağına inandığı anları istemeden de olsa bozabilirdi. Ancak önündeki, arkasındaki ve diğer arkadaşlarının da aynı istila altında olduğunu aklına getirince irkilmesi fazla sürmedi… Bu düşünce endişelerini serin bahar rüzgarlarının kanatlarıyla uzaklara taşıdı…


Adeta patikalar, taşlar, ağaçlar, çiçekler, dağlar dile geliyordu… Ay ışığını daha önce de binlerce kez görmüştü ama bugün bir başkaydı, daha çok güneşe benziyordu… Yürüyüş O’na cennette yol alıyormuş hissi verdi. Tüm giden sevdikleriyle birlikteydi. Yol hiç bitmesin istedi.  Mermilerin gölgesi altında, inançtan doğan cesaretin verdiği gülüşmeler, isyan şarkıları ve zılgıtlar bir bir ipe dizmişti sanki...


Gülünce gamzeleri yüzünde güller açtıran Rojinda’yı,


kısacık boyuyla tüm dünyanın yükünü omuzlamış bir su gibi berrak Dersim’i,


iri cüssesinin altında gizlediği çocukluğuyla Ekin’i,


utangaç-pembe yanaklı Ararat’ı,


yaşam enerjisine hayran olduğu Sorxwin’i,


gönlü darda olunca karanlık gecelerini aydınlatan Yıldız’ı,


bebek yüzlü, inatçı mı inatçı Hebun’u,


Botan’a hasret kalan Viyan’ı ve yüzlercesini gördü…


Sadece askeri komutanı değil hayat komutanı olan Nuda ve Gülbahar yine en öndeydi…


Ayın şavkının vurduğu envai çeşit çiçeklerden demet demet sunmak istedi onlara lakin bunu sadece gözleriyle yapmalıydı. Gecenin bir yarısı gözlerine arı görevi yükledi ve onlar da kutsallığının değerini bilerek eksiksiz bir şekilde yerine getirdi.


Yolun ilerleyen bölümlerinde zaman zaman mahcubiyet hissine kapılmasının cevap ararken daha önce tüm gidenlerine ettiği sitemi hatırladı;  


Yağmurlarla bekledim


Öncesi psika payize ile


Sabahın ilk ışığı,


Gecenin zifirisinde,


Sararan ilk yaprakta,


Yine düşen ilk yaprakta,


Adım adım patikalarda,


En zirvede,


Yine derin vadilerdeki uğultuda,


Akan en küçük derenin suları,


Kızaran asma yaprağı,


Çınar ağacının gövdesiyle,


Kızvan ağacının dayanıklı kolları,


Kaya yosunlarının cömertliği,


Sarmaşığın sadakati,


Papatyanın sadeliğiyle…


Göz ve gönüllerinizin değdiği,


İz bırakan tüm her şeyle bekledim!


Yine gelmediniz!..


Duygularının yarattığı yoğun özlemini anlatan bu dizelerinde mahcubiyet duyacak biz iz olmadığına karar verdi. Onlar, bu yolu açanlar, işte en önde gidenlerdi!.. Onlar, ülkesinin her adım toprağına ayak basmış zamanın ruhuyla yarışmış olanlardı. Başarı ve zaferin yolunu yakınlaştıran, en ödünsüz seven, yollarının aşığıydı…  Analarının her daim gururlanacakları gözbebekleri, tüm bu dağların ev sahipleri, sonsuz nöbetçileriydi…


Başka birçok düşünceyi de süzgeçten geçirdikten sonra bunun yeni bir sınav olduğuna karar verdi. Sınavdı zira; bu ne ilk yolculuğu ne de son yolculuğu olacaktı. Yürüdüğü hedef son durak değil, ancak daha uzun soluklu yürüyüşün başlayacağı ara durak olabilirdi.


Tüm yolculuk boyunca anıların eşliği sürdü. Bir yolculuk ancak bu kadar gerçek anlamına kavuşabilirdi. Ömrünün yarısını verdiği bu dağlarda yağan deli yağmurlar, dondurucu rüzgarlar yine eşlik etmişti onlara. Çoğu zaman olduğu gibi yine hiç hissetmemişti. Hatta yara-bere içinde kalmış ayaklarını, ara durağa vardıklarında ancak fark edebilmişti… Ve o ayaklar; sadece onu değil, tüm gidenlerinin özlemlerini yüklendiği yüreğini sağlam bir şekilde taşımıştı...


Ancak hasretle bekleyen yoldaşlarıyla yaptıkları büyük buluşmanın-kucaklaşmanın hissettirdiklerinin tarifini ise onlar yapabilirdi… Zamanı geldiğinde mutlaka paylaşacaklardır…


Özlenen ateş etrafında; eski günlerdeki gibi yapılan çember, içi ısıtan gerilla çayı, meraklı bakışlar, ardı arkası gelmeyen sorular, tüm yorgunluğa rağmen yapılan espriler ve özgür kahkahalar… ‘Mutluluk bu’ dedirten kareler…


Kısa zamanlı bir dinlenme, büyük sorumluluklar, zafere kilitlenen adımlar, yeni alanlar ve yeni yollar…


***


Tarihi dağ gibi gönülleriyle Güneşin aydınlığında yazan ve yazmaya devam edecek bu kadınlı erkekli çocukları ‘helal olsun’ diyerek zaten evren yürekli bilge gururlandırdı. Hem O’na, hem tüm ‘yaşam getirmeye gidenlere’ hem de önünde uzun yolları olanlara benden de selam olsun!..

19 Haziran 2013

27 Ocak 2014 Pazartesi

Bir zirve hikayesi…






















Kürdistan… Ülkem… ‘Dağlar denizi’ coğrafyam…


Kötülük tanrılarının kara bulutları üzerinden eksik etmediği ama ona rağmen yaşam kaynağı olmaktan bir an olsun vazgeçmeyen bu topraklar öz suyunu nereden aldı binyıllar boyu? ‘Kürdistan’ deyince bu soruyu sormadan edemiyorum. Tuhaf olan her seferinde yeni ve farklı cevaplar bulsam da neticede ‘cennet’e çıkıyor hep yolum…


***


Güneş henüz batmamış, açık arabanın kasasında rüzgarların saçlarımızı taradığı, gözlerimizin tüm toza rağmen kapanmak istemediği anlar. Yolumuz Xakurke’ye doğru… Gerillalar araba gürültüsü altında bağır-çağır alanı birbirlerine tanıtmaya çalışıyor. Mazlum adlı gerillanın anlatırken gözlerindeki ışığı fark etmemek imkansız. Alanın eski gerillası, tüm tepeleri, vadileri birer birer anlatıyor arkadaşlarına.


2010 yılındaki gelişimde gerillaların tanıttığı arazinin hepsi aklımda. Kısa bir süre sonra Şexzade boğazına varıyoruz. Tam karşımda ‘Şehit Beritan Kayalıkları’ 1992 Güney Savaşı’nın destansı direnişinin kahramanı Gülnaz Karataş’ın kendini ölümsüzleştirdiği uçurum… Araba çok hızlı sadece 5-10 saniye görebiliyorum. Gerilla ve yönetmen Halil Uysal’ın filminden kareler canlanıyor gözümde.  Beritan’ı görür gibi oluyorum…


Ardından Lelîkan boğazı… Bir tarafı deryayı andıran Xakurke vadisine diğer tarafı ise ‘Deşta Hertî’ye bakıyor. Boğazın birkaç dakika altındaki düzlükte yalnız meşe ağacağı tüm heybetiyle aynı yerinde duruyor. Onu görünce seviniyorum, belli belirsiz bir gülümseme yerleşiyor yüzüme. Bir önceki gelişim bahara denk geldiği için o zamanki müthiş nefel (yonca) kokusunu arıyorum. Kokuyu alamasam da içimden ‘bu hali de güzel’ demeden geçemiyorum. Çeşmeye varınca araba duruyor ve o güzelim suyu sırayla içiyoruz. Tam bu sırada genç gerilla Rodi “sakın yüzünü yıkama, yol uzun tozla birleşince çamur olur” diyor gülerek. Genç ama tecrübeli Rodi’yi dinliyorum ve sadece içiyorum. Sanki daha önce hiç su içmemişim de ilk defa içiyormuşum hissi veren suyu içtikten sonra gayri ihtiyari ‘tanrım ölmek istiyorum’ kelimeleri dudaklarımdan çıkıyor. Arabayı süren gerilla ‘burası ölüm değil, yaşam yeri’ deyince anlıyorum sesli düşündüğümü. Kısa süreli paniğin ardından toparlıyorum durumu. Yeniden arabaya biniyor ve yolumuza devam ediyoruz.


Yolumuzun üzerinde yazın gerillalar ile birlikte aynı alanı kullanan bölge halkının çocukları bizi görür görmez ‘Biji Serok APO’ sloganları ile gerillalara sevgi gösterisinde bulunuyor. Büyükler ise gerillaları “Ser çavim” (gözüm üstüne) sözleriyle selamlıyor, gerillalar selamı kaldırdıkları elleriyle alıyor. Ben de selamlamaya katılmadan edemiyorum. Halk ve gerillanın iç-içeliği ve içtenliği içimde tuhaf bir mutluluk uyandırıyor.


‘Şehit Beritan Şehitliği’ne kısa bir ziyarette bulunduktan sonra geri kalan birkaç saatlik yolu yürüyoruz. Geceyi bir gerilla birliğinin yanında geçiriyoruz. Ertesi günün akşamı esas gitmemiz gereken birliğe ulaşıyoruz. Kaldığımız kadın birliğinin komutanı Güneş Sivas adlı gerilla. Cana yakın, esprili ve tecrübeli. Karker Dağı’na birlikte çıkacağız. Ama bir iki gün beklememiz gerektiğini söylüyor. Bizim için sorun olmadığını söyledikten sonra sohbete geçiyoruz. Kısa sürede hikayeler anlatılmaya başlıyor. Acemilik yıllarının anılarını katıla katıla gülerek anlatıyor. Gülmekten çenemde uyuşma hissediyorum. Adar, Jin, Ekin ve Ronak adlı gerillalar ile iki dopdolu gün geçiriyoruz.


***


Karker Dağı, güneşin doğuşuna göre hemen arkamıza düşüyor. Aşağıdan birkaç gün izleyince heybeti bazen beni şüpheye düşürüyor ‘umarım zirvesine ulaşabilirim’ diyorum içimden. Zira ilk defa bu yükseklikte bir dağa tırmanacağım. Gerilla yürüyüşü ile 6 saat ise kim bilir biz kaç saatte çıkacağız? Sorusunu sormadan edemiyorum kendime.


“Bu akşam çıkıyoruz Karker’e” sözlerini duyunca sanki onun için gelmemişiz de yeni bir şey duymuşum gibi heyecanlanıyorum. Akşama doğru, tırmanışa ve defterin açılışına katılacak gerillaların da bulunduğumuz yere gelmesiyle ortalık iyice şenleniyor. Harıl harıl son hazırlıklar yapılıyor. Ben ve çalışma arkadaşım Dersim Zerêvan da kamera ve fotoğraf makinalarımızın son kontrollerini yapıyoruz.


Malzemeler için birkaç katır ayarlanıyor ayrıca bir de at var. Güneş bulunduğumuz vadiyi terk eder etmez saat 17:00’te yola koyuluyoruz. Gerillalar açık ara önde gidiyor, neyse ki patika belirgin de yolu şaşırmıyoruz. İlk mola 40 dakika sonra veriliyor. Ben pancar gibi kızarmış halde kayaların üzerine oturmuş gerillalara varınca takılmadan edemiyorlar. Dert etmiyorum. Biraz fotoğraf çektikten sonra gerilla komutanı Sozdar Cudi ısrarla ata binmemi istiyor. Ben yürümekten yanayım, daha yeni açılmışım. Ama talimatla ata biniyorum. Daha önce ata binmişliğim var ama atı yürütmek için bayağı bir efor sarfediyorum. Normalde atın en önde gitmesi gerekirken zorla gruba yetişebiliyorum. Diğer arada inmek istediğimi söylüyorum ama talimatın bir sonraki durağa kadar geçerli olduğunu öğreniyorum. Yapacak bir şey yok! Diğer durağın erken gelmesini umarak tekrar biniyorum ata. Neyse ki öbür molada atı gerilla komutanı Çiçek Botan’a yoğun ısrarlar sonucu devrediyorum.


Karanlıkta yürümek zor. Henüz bir tarafımı kırmadan ay ışığı imdadıma yetişiyor. Dolunay altında temiz yayla havasını soluyarak, gerillaların radyolarından yükselen dengbejlerin sesiyle yorgunluk hissi hiç yok. Tam bu sırada sabah saat 3’te yola koyulmak suretiyle dinleneceğimiz söyleniyor. Kadın gerillalar ile birlikte 5 dakika yukarıdaki kayalıkların altında konumlanıyoruz. Genç gerillalar Şindar ve Rugeş ay ışığı altında taşlardan sekerek katırlardan indirilen yüklerin arasından domates, peynir ve ekmeği kaparak geliyorlar. Üç buçuk saatlik yürüyüşün ardından dünyanın en güzel yerinde, en güzel insanlarla en güzel yemeği paylaşıyoruz. Evlerini sırtlarında taşıyan gerillaların evlerinde her zaman misafirleri için de yer olduğunu tulumlarını bizimle paylaşmalarından anlıyoruz. Soğuktan hiç uyuyamayacağımı düşünürken nöbetçinin bizi uyandırdığı saat 3’e kadar deliksiz bir uyku çektiğimi anlıyorum. Hiç üşümediğime hayretler ede ede toparlanıyorum. Katırların yüklerinin yeniden yüklenmesiyle saat 3:30’da yeniden yola koyuluyor, geri kalan yolu 1,5 saatte tırmanıyoruz. (Bu arada fark ettiyseniz 6 saat dedikleri yolu biz 5 saatte tırmanıyoruz, üstüne üstlük övgüde alıyoruz…)


Son yarım saati ben, Dersim ve komutan Sozdar ayrı bir yoldan, diğer grup üyeleri ayrı bir yoldan gidiyor. Onlar direkt gölün yanına çıkıyor, biz ise gölün üzerindeki boğaza. Gölden haberimiz var ama anlatılanlara göre zirveye çıktıktan sonra 5-10 dakikalık yürüyüşün ardından varacağız. Oradaki gerillalarla selamlaştıktan sonra hangi yöne gitmem gerektiğini bir gerilla işaret ediyor. İki kayalık arasında bir kapı gibi bir yer. Oraya yöneliyorum. Gün aydınlanmış ama henüz güneş çıkmamıştı. Başım önümde zirveye varabilmiş olmanın mutluluğuyla yürüyorum. Kapı gibi dediğim yere geldiğimde şoka giriyorum! Karşımda masmavi bir göl ve bir yamacı kar! Elimde fotoğraf makinası öyle baka kalıyorum. Kaç saniye yere çakılı kaldığımı bilmiyorum. Büyülenmiş bir şekilde gölü daha iyi görebilmek için ilerliyorum kayalıkların arasına doğru. Tam bu sırada güneş kilometrelerce uzak dağların ardından yüzüme vuruyor. Kafamı aksi yöne çeviriyorum dolunay. Dilim tutuluyor. Güneş, dolunay, önümde uzanan masmavi göl ve kar… Muhteşem görüntünün yarattığı mest olmuş halimden kurtulmam birkaç dakikamı alıyor. Birden Dersim’in kamerası ile boğazın diğer tarafında görüntü çektiği aklıma geliyor. Çığlık çığlığa bağırmaya başlıyorum net olarak aklımda değil ama şuna benzer bir çığlık “Dersiiiim çabuk gel, güneş çıktı, göl burada, kar da vaaaar!!”


Çok geçmeden boğazda beliren Dersim de benim az önce yaşadığım şokun etkisine giriyor. Hemen benim bulunduğum yere gelmesini, buradan güneşin müthiş görüntüsünü daha iyi çekebileceğini söylüyorum. O da elinde kamera büyülenmiş bir şekilde sendeleyerek yürüyor. Şoku erken atlatması gerekiyordu ki bu anı sizlerle de paylaşabilsin.


Gerillalar aşağıda gölün üzerinde yorgunluklarını atarken biz bir anını bile kaçırmamanın derdine düşmüştük. Ben fotoğraf, Dersim de görüntü çekiyordu. Öylece yarım saat hiç konuşmadan doğaya dalıp gittik…


Gölün yanına inebilmek için Ağustos’un 23’ünde karın üzerinden geçmemiz gerekti. Kayıp da göle düşmemek için bayağı çaba harcadım diyebilirim. Gerillaların yanına vardığımda onlar için normal olanın benim için pek geçerli olmadığını anladım. Güneşin ilk ışıkları altında çaylarını koymuş hatta kahvaltıyı bile hazırlamışlardı. Normalleşmek için biraz zaman istedim gerillalardan. Bu defa da gölün çevresindeki sosın, papatya, punk ve diğer adını bilmediğim birçok çiçekle yakın plan fotoğraflarını çekmeye koyuldum.


Bunun bir rüya değil de gerçek olduğunu anlayana kadar öğlen olmuştu. Dinlenme saatinde uyumak bu cennet mekana haksızlık olurdu. Zaten kendimi hiç de yorgun hissetmiyordum. Saatlerce izledim bu güzelliği...


Öğlenden sonra defterin konulacağı yere tırmanıyoruz Dersim ile birlikte. Bu defa da ‘dağlar denizi’ ile karşılaşıyoruz. Bir tarafımız Kuzey Kürdistan. Haberlere çokça konu olan Konserve Tepesi (Gediktepe)tam karşımızda. Diğer tarafımız Doğu Kürdistan. Güney Kürdistan ile sınırında sayabildiğim en az 10 İran karakolu…


Birkaç saat de 3 bin metrenin üzerindeki bu yükseklikten Kürdistan dağlarını seyre dalıyoruz hayranlıkla… Bu sırada defterin proje sahibi Demhat Cilo, defterin konulacağı yeri bitirmek için son rötuşları yapıyor…


***


Gerilla grubunun hepsi en zirveye, bizim bulunduğumuz yere tırmanıyor ve güneşin batışıyla Kürdistan dağlarının Cilo ve Çarçella’dan sonra üçüncü defteri Karker Dağı’nın zirvesine tarihe not düşmek üzere konuluyor...


Tarihe not düşmek diyorum çünkü gerillaların biçtiği anlam bu. Bu zirveyi tercih etmelerinin nedenini o kadar net ve sade anlatıyorlar ki; “özelde Şemzinan hamlesinde şehit düşen arkadaşlarımızın şahadet yerleri hepsi buradan görünüyor. Ve daha nice yoldaşımızın son nefesini verdiği yerler… Onların sayesinde buradayız. Gerçekleştirmek istedikleri hayallerinin savaşçıları olduğumuzun bilincindeyiz. Tüm şehitlerimizi bu deftere not düşecek, onların kahramanlıklarını yazacağız. Her buraya çıkış bize acı verecek ama biz bu acıyla inancımızı bileyeceğiz. Tarih karşısındaki sorumluluğumuzu biliyoruz. Kısacası bugün burada bulunmamız bir defteri koymaktan öte anlam taşıyor bizim için…”


Gerillalar hüzünlerini kendi içine atarken, heyecan ve mutluluğunu bizimle paylaşıyor. Biz zaten cennette olduğumuzdan eminiz çünkü çevremizde tüm acılarına rağmen bize gülen yüzünü gösterenlerin melekten hiçbir farkı yok...
Hayatımın ilkleri arasına, büyük anlamların yüklendiği bir zirve yolculuğu da usulca gelip giriyor. Gerillalar yüreğimdeki en stratejik kaleleri işgal ediyor… İşin ilginci işgal memnun edici, gurur verici… Unutulmaz anılarla, şansımızın farkında olarak tekrardan buluşmak umuduyla ayrılıyoruz gerillalardan…

29 Eylül 2013 tarihinde Yeni Özgür Politika Gazetesi'nin 15 günlük ilavesi PolitikART'ta yayınlanmıştır
http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=24209

Yalınayak çığlıklar…


Yıkılmış binalar
Toz-duman arasında
Yalın ayak çığlıklar…
Etrafa saçılmış
İnsan parçaları!
Yılın 2013 olduğunu unutuyorum!
Bugün 8 Nisan sabahı değil!
Kucağında cansız bebeğiyle
Şuurunu yitirmiş anne
Halep’te değil!...
1938 Laç Deresi sanki…
Ay ışığı altında
Kurşuna dizilmiş
Yüzlerce can!
Cesetler altında
Tesadüfen kurtulan anne
Sabırla 7 çocuğunun
Cenazesini arıyor
Dağları saran
Keskin ölüm kokusu altında!
Bebeleri karnında süngülenmiş
Genç annelerin cesetleri arasında!...
1988 Halepçe sanki!..
Dünyanın gördüğü
Sembol fotoğrafın da ötesinde
Elma kokusunun
Çocuk-kadın-genç
Ölümler getireceğini
Kim hayal ederdi ki?
Göğsüne bastırınca bebesini,
 Sımsıkı sarılınca anne
Bebeye ne olabilirdi ki?
Öyle olmadı işte!
Elma kokusu ile
Binlerce hayale kıyıldı…
Ve hala hayallere bomba yağıyor
Çünkü her çocuk binlerce hayal…
Ve bugün 8 Nisan2013
Halep’te dokuz çocuk
Bugünün sabahına uyanamadı!
Çünkü onları parçalayan bombalar
Hayallerini de parçaladı!...
Bugün hayallerimize
Bomba yağdı!
8 Nisan/2013

24 Ocak 2014 Cuma

Mantara niyet, göz banyosuna kısmet…


Yer: Medya Savunma Alanları. Tarih: 6 Nisan 2013…


Kadın gerillaların kaldığı kampın yakınlarında sonbaharda bolca mantar olduğu söylenince haliyle baharın da mantarlar çıkmalıydı… Bir mantar canavarı olan ben, bol şimşekli az yağmurlu birkaç gün geçirmenin verdiği rahatlıkla hemen mantar toplamaya gitmeyi önerdim gerillalara… (Neden pek kimsenin yanaşmadığını sonradan anlayacaktım) En sonunda birini kandırdım! Aslen Gever’li ancak Dersim’de uzun yıllar kalmış olan Rojbin soy ismini de Dersim olarak değiştirmiş. Yani ben ve Rojbin Dersim kamplarının uzağındaki zozanlık(yayla) bölgeye doğru mantar aramaya koyulduk… Rojbin, hevesim kırılmasın diye de eline koca bir poşet almış… Ben o poşeti dolu halay ediyorum tabi…

Otlar neredeyse dize durmuş. Rojbin, ‘otların köküne doğru iyi bak’ uyarısını hemen yolun başında yapmıştı. Benim gözler fal taşı gibi açılmış, içimde ‘ilk mantarı ben bulacağım’ hissi… Zira, henüz başlarken mantarı buldu mu insan, sonrasında sanki her adımda bir tane bulacakmış sanıyor. Daha önceki gelişimden bu duyguyu biliyorum…
Henüz on dakika kadar yürümüştük. Tabi mantar bulamamıştık ama, ilgi ve dikkatim dağılmaya başlamıştı bile. Göz alabildiğine yeşillik ve müthiş bir koku gözlerimi mantar aramaktan alıyor… Bu müthiş kokuyu yayan çiçeğin Kürtçe ismi Nefel. Türkçe isminin yonca olması nedense bana hakkını vermemiş bir ad olarak geliyor. Kafamdaki yonca algısını kısa süreli sorguladıktan sonra koku beni başka mecralara taşıyor… Nefel’in bu yoğun kokusunu alan birinin ‘parfüm’ kelimesini hatırlamayacağına bahse bile girebilirim. 
Diğer yandan yeşil halının üzerine mor, sarı, beyaz  ve değişik tonlarda onlarca çiçek serpilmiş gibi… Bize yakın bölgelerdeki dağlarda karlar erimiş olsa da daha yüksek dağların zirveleri hala beyaz… Masmavi gökyüzü…
Gözlerimin görebildiğini keşke sizler de görebilseydiniz. Çünkü bir veya iki foto ile bunu anlatamayacağım. Ayrıca Nefel’in kokusu için ise; hani klişe bir deyim var ya ‘anlatılmaz, yaşanır’ diye. İşte bu deyim şu an benim bu ihtiyacımı karşılayacak nitelikte.
Mantar uçtu gitti aklımdan. Yanımdan eksik etmediğim fotoğraf makinamı çıkarıyorum ve dalıyorum çiçeklerin arasına… Adını bilmediğim onlarca çiçeğin rüzgarla dansının görüntüsüne gözlerim doymuyor ve kamerayı açarak, her bu anı özlediğimde izleyebileyim diye birkaç dakika da görüntü alıyorum. Ayrıca yakın plan, total derken onlarca foto çekmişim. Bu arada Rojbin ise mantar arıyor… Beni mutlu etmek için ‘bir iki tane küçük buldum’ diye sesleniyor. Kendimi mahcup hissediyorum.
Çiçeklere ve manzaraya dalmışken gözüm saate ilişiyor. Kamptan çıkalı beri neredeyse bir saat olmuş. Geri dönmeye karar veriyoruz. Mantar bulamadığımız için pek de üzgün değilim. Rojbin daha fazla gezdiği için biraz yorgun görünüyor. Cennetimsi güzellik içinden sallana sallana kampa dönüyoruz.
Acı gerçeği kampta öğreniyorum! Meğer önceki akşamüzeri diğer mantar canavarı Şinda ve ekibi toplamış. Söylediklerine göre buldukları mantarlar onlara bile yetmemiş!
Mantarın azlığına bakmadan mutfağa doğru yöneliyorum. Orada Kürtçe ‘sîrik’ denilen sarımsak tadı veren bir tutam otu da içine atarak bol yağda kızartıyorum. Bol yağ, çünkü mantar az ve yağından da faydalanmamız gerektiğini düşünüyorum. Velhasıl, pişiriyor ve küçük bir tabağa koyarak gerillaların yanına gidiyorum. Onları da buyur ettikten sonra yemeye koyuluyoruz. Tabaktaki fakirim mantarları gören birçok gerilla mantar sevmiyormuş gibi yapıyor. Tabi bu kıyakları gözümden kaçmıyor. Tabağın başına toplanan biz 4-5 kişi birkaç lokmada tabağı yıkanmaya gerek bırakmayacak şekilde temizliyoruz. Az olması tadının ‘leziz’ olması gerçeğini değiştirmiyor…
Benim merak ettiğim, mantarların neden bu bahar çıkmadığı. Ortaya atıyorum soruyu. Gerillalar özetliyor: Nisan yağmurları zamanında ve yeterince yağmadı…
Ve yazıyı sarkıttığım bu zaman diliminden bakınca anlıyorum ki bu yıl Nisan yağmurları Mayıs yağmurlarına döndü. Haziran’ın başında olmamıza rağmen hala bulutlar gökyüzünü terk etmiş değil…
7 Temmuz 2013 tarihinde Yeni Özgür Politika Gazetesi'nin 15 günlük ilavesi PolitikART'ta yayınlanmıştır.

14 Ocak 2014 Salı

SARA...




Yanlış yazılmış tarih,

Kanıksatılmış zaman

Süngülenmiş coğrafya
İlk ihanet,
İlk sömürge
Kan deryası bir geçmiş
Yok sayılan en kadim halk
Doğuştan yenik başlayan hayat 

İşte böyle bir dünyaya
gözlerini açtı SARA can!
Adı SAKİNE 
Soyadı CANSIZ!
İsyan sonrası zamanın
Derin izlerini taşıyan
Lakin
Biçilen anlamın aksine yaşayan
Ne SAKİN
NE CANSIZ!

Tanrıça edalı
Verili olana baştan sona inat
Destansı bir hayat... 

Kızıl saçlarında 
Kıvrım kıvrım DİRENİŞ
Yanaklarında 
devrimin al busesi
Endamına oturmuş dağ duruşu
Başı her daim dik
Ve yeterince gururlu

Ne bir mitolojiden alıntıdır
Ne de soyut bir resmin betimlemesi 
Mevzu bahis olan!
Su nasıl akıp yatağını buluyorsa 
Gece nasıl güne mahkumsa 
Ve ateş nasıl yakıcıysa
O kadar gerçektir SARA can!

Adımlarında nur saçan 
Adanmış bir yolcu...
Zihinlere bahar taşıyan,
Sonbaharın gizil hüznünü
Bir ömür hiç tattırmayan

Ama 
9 Ocak'ta 
Kahredici bir kara kış gibi
Yüreklere girip oturan!..

Ne ilk,
Ne de söylenmemiş son söz!
Binlerce canda tekerrür bir acı, 
Gerdanlarda 
Boncuk boncuk gözyaşı

Musallanın utancı,
DERSİM'in 
Ve Kürt halkının BAŞ TACI...

24 Nisan 2013/ Bircan