25 Aralık 2014 Perşembe

Beritan'dan Sozdar Goyi'ye direniş geleneği...






Rojava’nın Cezire Kantonu’ndayım.
İlk defa geliyorum Kürdistan’ımızın bu parçasına…
Semalarını toz katmanı kaplamış. Bu bunaltıcı sıcağı hissetmesem “yağmur yağdı yağacak” diyeceğim.
Petrol yakıcılar yol üzerinde ayrı bir hat çizmiş kendilerine… Varillerden yükselen kara dumanlar sağlı sollu adeta bir koridor oluşturmuş arabamızın ilerlediği yola… Daha ilk haftasını doldurmamış Zaferin yaşandığı yere bayağı bir mesafe olduğunu bilmesek, esas savaş buradaymış sanacağız…
Eylül’ün başında olmamıza rağmen sıcak kavurucu… Ömrü hayatımda bir günde dört litre su içmişliğim yoktu. Ama artık oldu!…
Arabanın kliması var olmasına var da, camdan üzerime vuran güneş ısıyı iki katına çıkarıyor. Bacaklarım ve gövdemde bir ateş topu hissediyorum. Düşünmemeye çalışıyorum sıcağı… Arada asayiş noktalarında durunca camı açayım diyorum, dışarıdan içeriye doğru sıcaklık ordusu dalıyor ve içerideki serinliği adeta çalıyor…
Şoför Qamişlo’lu Ahmet. Yöresinin sıcaklığını bildiğinden yola çıkmadan içi tamamiyle buz olan iki pet şişeyi koyuyor arabaya. Önce anlam veremiyoruz ama işte yukarıda bahsettiğim sıcaklığı yaşadıktan sonra ‘hııı bunun içiiin’ diyorum içimden. Çünkü 10-15 dakika geçmeden tüm buz eriyerek suya dönüştü…
Heval Ahmet, gittiğimiz yol güzergahındaki köy, kasaba, nahiye hepsini tanıyor. Seviniyorum. İnsanın yanında bulunduğu coğrafyaya ait kişiler oldu mu güven hissi artıyor. Anlatıyor birer birer… ‘İsimleri nelerdi?’ demeyin sakın. İki ay geçti üzerinden ve hatırlamıyorum çoğunu. Fakat ‘nereye yol alıyorsunuz?’ diye sorarsanız; Cezaa’ya. 15 gün insan üstü direnen savaşçılara misafir olmaya…
İlk durağımız Til Koçer. Diğer adıyla Rabia. Yolumuzun Cezaa’ya çıkması buradaki YPJ komutanı Sozdar Cudi’nin onayına bağlı. Bulundukları yerin hemen sınırındaki asayiş noktasına gelene kadar aramıyoruz. Geri gönderilmemek için kurnazlık yapıyoruz yani.
Telefon açılıyor, kapıda olduğumuzu söyleyince “neden geldiniz, savaş bölgesi burası… vb.” sesini arabanın arka koltuğundaki yol arkadaşlarım Roza ve Arjin bile duyuyor. Öyle bir yapmışız ki, döndürülmek imkansız. El mahkum içeri alıyorlar bizi.
Komutan Sozdar bizi karşılarken gülüyor. Bu iyiye işaret. Biz ondan fazla gülüyoruz hep bir ağızdan.
Mevzilendikleri binaya geçiyoruz. Buz gibi sularından ikram ediyorlar. Ne de olsa dolapları var. Buna seviniyorum. Çünkü sıcaklık neredeyse 50 derece. Yaprak bile kımıldamıyor. Serin suları da olmasa nasıl savaşacaklar!
‘Nerden nereye, ne yapmak istiyoruz?’ hepsini soruyor komutan Sozdar. Biz de birer birer anlatıyoruz. Hemen Cezaa’ya geçebilirsek çok sevineceğimizi söylüyoruz. Yanıt olumlu.
Şoför arkadaşa başta olmak üzere bir sürü nasihatin ardından yolculuyor bizi…
Ağzımız kulaklarımızda arabaya biniyoruz ve Ahmet yoldaş basıyor gaza…
Cezaa’ya doğru…
Hemmedi El Daham Aşireti’nin (Şammar) YPG ile ortak tuttuğu birkaç kontrol noktasını geçerken ister istemez irkiliyorum. Uzun saçlı ve sakallı bu güvenlik görevlileri –benzetmek doğru olmayacak ama- IŞİD’lileri andırıyor. Bunu hisseden heval Ahmet gülümseyerek hemen söze giriyor ve “YPG ile güç birliği yapmış Arap aşireti üyeleri bunlar. Birçok yerde güvenliğe dahil oldular” diyor. Bu söylem rahatlatıyor beni. Geçerken belli-belirsiz gülümsüyorum kontrol noktasında.
Kısa süre sonra, IŞİD çetelerinin yakıp yıktığı bir mezranın yakınında arabayı durdurup fotoğraflıyor ve görüntüsünü alıyoruz. Bulunduğumuz yerden Cezaa görünüyor artık.
Kasaba’ya girmeden çevresindeki hendekler dikkatimizi çekiyor. 500 metre ileride küçük bir yükseltiyi gösteren heval Ahmet “Orası şimdi YPG’nin elinde. Eğer orası düşerse Cezaa da düşer” diyor. Şaşırıyoruz. Çünkü 20 metre yüksekliği bile yok! Ama dümdüz ovada özellikle de savaşta çok stratejik olabiliyor böylesi yükseltiler. Adına Kürtçe “Gir” Arapça ise “Tıl” deniyor bu yükseltilerin.
Henüz kafamda çekim planını tamamlamamışken Cezaa Kasabasına giriyoruz.
Gülnaz Karataş’ın ruhu Cezaa’da…
Büyük bir savaşın yaşandığı belli olan harabe evlerin gölgesinde bize gülümseyen YPG ve YPJ’lileri görünce çekim planı filan kalmıyor kafamda. Arabadan hızla iniyoruz. Bu gencecik çocuklarla selamlaşıyoruz.
Meğer Sozdar Goyi komutasındaki 10 kadın savaşçının yaşamını yitirdiği okulun önünde durmuşuz. Soru sormamıza bile gerek kalmıyor. Arkadaşlarına son görev için anlatmaya başlıyorlar kadın savaşçıların kahramanlığını.
Bir savaşçı çatışmalar başlamadan bir saat önce gelmiş yanlarına kadın savaşçıların. “Hepsi mevzilerindeydi, moralleri çok yüksekti” diyor genç savaşçı. Öbürü, bizi hemen okulun içine çekecek şekilde anlatmaya başlıyor; “İlk saldırı şu hendeklerden sızma yaptıktan sonra ağır silahlarla başladı” diyor ve devam ediyor “kadın arkadaşlar çatıda mevzideydi. Hemen karşılık verdiler. Biz ilerideki binanın çatısındaydık. Oradan çok net görünüyordu. Zaten kısa süre sonra bizim bulunduğumuz binayı da tanklarla vurmaya başladılar. Kadın arkadaşlar saatlerce ellerindeki ferdi silahlarla bu ağır silahlara karşı direndi. Musul’dan Irak ordusunun takdim ettiği silahların hemen hepsini bu üç metre yüksekliğindeki okulun üzerinde denediler. Kadın arkadaşlar son mermilerine kadar savaştı.”
Yürüyerek anlatan bu genç savaşçı YPJ’lilerin mevzilerinin yukarıda olduğunu söyleyerek önümüze koyuldu. Merdivenler adeta yok olmuş duvar ve çatının yıkıntıları arasında.
Yukarı çıkıyoruz, ağır bir koku adeta asılı kalmış… Damın üstünde neredeyse mermi kovanlarından bir tabaka oluşmuş. Bu manzara Sozdar ve yoldaşlarının nasıl bir direniş sergilediğinin sözsüz anlatımıydı bizim için…
Sozdar’ın bölüğünden ama savaş başladığında başka mevzide olan kadın savaşçılar arkadaşlarına ait eşyaları topluyor gözlerinde hüzün… Soru sormak o kadar zor ki! Ama onlar dirayetli; “Heval Sozdar’ın mevzisi şu, son mermisine kadar savaşmış. Silahı çetelerin eline geçmesin diye de parçalamış, aynı Beritan (Gülnaz Karataş) gibi.”
Diğer kadın savaşçı dahil oluyor anlatıma, “Zaten görüyorsunuz. Hiç savaştan anlamayan bir insan bile burada müthiş bir direnişin olduğunu anlar. Kadın direnişçiliğinin geleneği yeni değildir Kürtlerde. Yoldaşlarımız nasıl ki Beritanlardan, Beselerden, Zilanlardan direniş geleneğini devraldı, biz de bu yoldaşlarımızın intikam sözünü vererek, onların hayallerini gerçekleştirmek için kanımızın son damlasına kadar savaşacağız!” Yoldaşlarını kaybetmenin hüznü ile direnişlerinin verdiği gururu hissedebiliyorum ses tonlarında ve duruşlarında.
Henüz arkadaşlarının döktüğü kan kurumamıştı… Kavurucu güneşin altında, yıkıntılar arasında onlara ait olabilecek en küçük şeyi bile bırakmak istemiyorlardı. Çünkü savaşın ilk gününde şehit düşen arkadaşlarının cenazelerini ancak 15 günlük tarihi direnişin ardından alabilmişlerdi. Dama ilk çıktığımızdaki o keskin kokunun sebebi de buydu…
Tank ve toplara karşı ‘inancın zaferi’ 
İlk defa sıcak savaşın yaşandığı bir mevziye gelmiştim. Ve gerçeği söylemek gerekirse bu çocuklar bizi kurdukları cümleler ve edalarıyla allak-bullak etmişti. Çoğu insan ömrünün toplamında yaşayamayacağı şeyleri 15 gece ve gün içinde soluksuz bir savaşla yaşamışlardı.
Saygı duydum ve bunu hissettirmeye de çalıştım…

Sozdar ve arkadaşlarının yaşamını yitirmesinin ardından çatışmanın yoğunluğu kasabanın diğer ucundaki dört katlı binanın çevresinde yoğunlaşıyor. Oraya doğru yol alırken, önünden geçtiğimiz bütün ev ve yapılar sadece savaş filmlerinde izlediğim sahnelerde vardı. Gerçek bir savaş görüntüsünün insanın ruhuna nasıl işlediğini anlatmanın imkansızlığını yeri gelmişken söylemem gerekir!..
Çevresi iki metrelik duvarlarla çevrili okulun önüne geldiğimizde, YPG ve YPJ’liler kavurucu sıcaktan korunmak için en alt kattaki gölgelik bölümde sohbet ediyorlardı. Bizi içtenlikle selamladılar.  Aynı içtenlikle karşılık verdik. Sonra binanın içine kaydı gözlerim “Ya rabbim buradan nasıl sağ çıkabilmişler!” sözlerini önce kendime ardından da dayanamayıp savaşçılara yönelttim. Gülüşü hala gözlerimin önünde olan erkek savaşçı gayet net bir biçimde, “İçimizdeki özgür yaşam inancı ve Apocu ruhla!” dedi. Sözlerin netliği ses tonuna yansımıştı ve bu hayranlık uyandırıcıydı.
Bu cevapla cesaretimi toplayarak “Bu binanın hikayesini kim anlatacak bize?” sorusunu ortaya soruverdim. Bütün gözler bana ilk yanıtı veren genç savaşçıya döndü. En girişkenleri olduğu her halinden belliydi. Vakit kaybetmeden tüm kasabayı görebileceğimiz, en üst kata çıktık. YPG bayrağının dalgalandığı mevziyi seçti genç savaştı ve “burada yapabiliriz röportajı” dedi.
“Uzunca anlatacağımız bir şey yok” diyerek başladığı cümlelerini Ortadoğu uzmanlarına taş çıkartacak şekilde devam ettirdi: “IŞİD aslında egemen güçlerin yarattığı bir canavardır. Kürtlerin hiçbir zaman bir güç olması istenmedi. Tarih boyu yaptıkları ve bizim de ilk defa karşılaşmadığımız bir gerçeklik İŞİD. Bugün adı böyledir, yarın başka bir şey… Irak’ın göbeğindeki koca Musul şehri nasıl iki saatte hiçbir direniş olmadan ele geçirilir? İŞİD orayı almadı, Irak ordusu onlara hediye etti. Hem de bir orduya aylarca sürecek savaşta yetecek cephane ile birlikte! İşte oradan kapıp geldikleri silahların tümünü bize karşı kullandılar. Ama yanıldıkları bir nokta vardı; belki ağır silahlarımız yoktu ama inancımız ve direniş kararlılığımız vardı. Bir amaç uğruna kendi topraklarını savunmak başka bir şeydir, sahte islam anlayışı ve talana dayalı yağmacılık başka bir şeydir! Onları Kürdistan topraklarında barındırmayacağız!”
En fazla 20-21 yaşında olan bu genç bizi kendine hayran bıraktıktan sonra röportajı noktalıyoruz.
Ardından birkaç savaşçıyla daha görüşüyoruz. Onlardan özellikle anmak istediğim biri var. Gerilla Kobane adlı YPJ’li. Zira Kobane savaşının ilk haftalarında yaşamını yitirdi. Televizyonda fotoğrafını gördüğümde içimden bir şey koptu sanki “IŞİD çetelerinin topraklarımızda nefes almasına müsaade etmeyeceğiz! Kadın savaşçılar olarak buradan Önder APO’ya selam gönderiyorum ” sözleri geldi aklıma ve ışıl ışıl parlayan gözleri…

Cezaa-Vedalasma

Ayrılık hep zor, hele bu yiğitlerden!
İşte bu gencecik savaşçılar, bizi insanlığımızla tekrar yüz yüze getiriyor…
Hep gülüyorlar, ya rabbim nasıl da güzel gülüyorlar ve ne yakışıyor onlara gülmek… İçime gülüşlerini işliyorum ve dualar ediyorum “Mezopotamya’nın melekleri bu yiğitlerin üzerinden kanatlarını eksik etmesin, kara bulutların onlara yaklaşmasına izin vermesin…” diye. Sımsıkı sarılıyorum her birine teker teker, kucaklaşmayı yeni keşfeder gibi…
Onları öylece orada bırakıp gitmek istemeyen yüreğimizden dilimize gelebilenleri söylüyoruz söylemesine ama nafile… Öyle anlar vardır ki; zamanın donmasını istersin, ama zaman akıp gitmek zorundadır. Hayatın adaletsizliğini bir kez daha tadıyorum… Ve bizi zafer işaretleri eşliğinde yolculuyorlar… Gözüm arkada kalıyor…
Dönüşümüz güneşin batışına denk geliyor, hüznün içinde demleniyorum adeta…
***
İki ayını geride bırakan Kobanê’deki destansı direniş öncesi Cezaa zaferinin yaratıcılarını anmamak, büyük bir dirayetle topraklarını savunan bu kahramanlara haksızlık olurdu…
Bu yazıyı gecikmiş bir özür olarak kabul edin…

NOT: Bu yazı Newaya Jin Gazetesi'nin Aralık 2014 sayısında yayınlanmıştır...
http://www.newayajin.com/konuk-yazar/beritandan-sozdar-goyiye-direnis-gelenegi/

30 Kasım 2014 Pazar

Gözyaşın yüreğimin sızısıdır…




 Dêrik’te 26 Eylül 2014’te yapılan cenaze törenine katılan bir anne…
Kucağında şehit düşen oğlunun fotoğrafı… İsmi Zagros’muş oğlunun…
O kadar sızılı bir andı ki ismini sormak, O’na ‘merhaba’ demek imkansızdı…
Tüm şehit merasimlerine kucağında oğluyla geliyor, hepsi için gözyaşı döküyormuş…
Bu fotoğrafa hangi coğrafyadan bakacaksınız bilemiyorum. Ama sızısını anlamak için sadece yüz hatlarına bakmanız yeterli…

Rojava bazen gözleriyle çoğu zaman ise yüreğiyle ağlıyor… Sadece daha güzel bir gün için… O gün geldiğinde yine ağlıyor olacak… 
Bu kez gözyaşları, zaferin mutluluğu için akacak… 

7 Kasım 2014 Cuma

İçimdeki Kobanê…



 Son bir ay içerisinde Kürtlerin yaşadığı ortak acıdan yüreği yananlardan sadece biriyim... Ben içimdekileri paylaşmayı tercih ediyorum… Nasıl mı geçti bu bir ay?
***
Acıdım, öyle bir acıdım ki; sanki tarihin ilk acı çekeni gibi... Başımın gövdemin üzerinde duruyor olması, içinde bir beyin olduğu, onu kullanmam gerektiğini unutacak kadar acıdım...  İstedim ki o gencecik savaşçıların değil, benim her bir parçam tel tel dökülsün! Yeter ki o güzel çocuklara bir şey olmasın...
Bekledim...
Hem de ne bekleme!
Uyku ve yemeğin bir ihtiyaç olmadığına kanaat getirerek bekledim!
Utandım! Öyle bir utandım ki; bu utançla yerin bile beni kabul edemeyeceğini düşündüm... Bir suçlu muamelesi yaptım kendime! Elimde yetişmesi gereken kutsal bir iş varken, ben bekledim! Uzak olmanın acısını ömrüm boyu yaşamıştım... Ama sanki bu ondan da öte bişey! Tanımlayamıyorum! Ah bi aklımı çalıştırabilsem..! (Ne yapacaksam artık-bir yandan da ‘iyi ki çalışmıyor’ diye geçiriyorum içimden...)
Ömrümün en kahraman yanları savaşçılara yiğitliklerine ve cesaretlerine toz kondurmuyorum ama; ‘onurlarıyla direniyorlar barbar ordusuna karşı!’
İşte tam bu noktada kendi anlamımı sorguluyorum: ‘Neresindeyim hayatın?’
Kendini yeren monologlar sürüp gidiyor...

Bütün dualar sizin için
Zaten çevremdeki herkes de benim gibi... Gözlerine bakmak yetiyor! Her birimiz bir köşede içimize çekiliyoruz
Bir zaman sonra iç ses isyan ediyor: 
Ben: ‘Ya xızır, ya düzgün bawa..! Sen onurlu, kahraman genç savaşçıların koruyucusu ol! Kimseye çaresizlik gösterme!’ dualarıyla...
Arkadaşlarım; ‘xwedeo xwedeo tu dil rehmi, hemberi wan neyaran cengaveren me bi stirine!’ dualarıyla...
Ve, o barbarların vahşetinden sadece fiziki olarak kurtulmuş Êzîdî genç kadın Zilan! Henüz 16 yaşında ama bir ömür yetecek acı görmüş; ‘ya Tause Melek, ya Lalişa Nurani tu şervanen Kurdistane bi pareze!’ dualarıyla...
Ve biliyorum ki başka birçok dil ve inançtan insanlar da benzer dualarla...
Barbar-soysuzlar çetesinin saldırıları karşısında Kobanê’de direniş her geçen dakika büyüyor!
Öylece TV ve NET’in karşısına çakılmış vaziyette tam olarak kaç gün geçirdiğimi hatırlamıyorum... Ama çook uzundu! Bir tezat içindeydi zaman!! Bir yandan yıllar geçmiş gibi hissediyor bir yandan da “Bu zamana ne oldu böyle! Akışkanlığını kaybetmiş gibi! Akmıyor!” diyorum...

‘Anneme söz verdim…’
Genç savaşçılar birer birer tarihin şanlı sayfalarında yerini alıyor... “Kanımızın son damlasına kadar...” Sözleri geliyor hep aklıma. Kahroluyorum!
Birkaç kez cephedeki savaşçıları arıyorum… Moralleri çok yüksek ve bugünlerde ağız dolusu güldürebilen tek onlar oluyor… Tekoşer adlı savaşçı “anneme söz verdim, Kobanê’yi kurtardıktan sonra evleneceğim. Düğünüme gelir misin?” diye soruyor… Boğazımda birşeyler düğümleniyor çaktırmamaya çalışıyorum “Tabii ki gelirim” diyebiliyorum. Espriler yapıyorlar, gülüyorlar… Bize takılıyorlar gazeteciyiz ya… Özellikle de Nalin Dicle’ye “Her yere gittin neden buraya gelmiyorsun?” diye… Nalin’in içi içini yiyor… Yeryüzündeki adaletsizliğe lanet yağdırıyorum o sıra…
Sonraki zamanlarda birkaç kez daha savaşçılarla görüşüyorum. Ve direniş 3. Haftasını geride bırakırken artık elim telefona gitmiyor. Utanıyorum aramaya… Diğer görüşenlerden durumu öğrenmekle yetiniyorum…

Hala umutla bekliyorum ama...
Sonra Arîn Mîrxan ismi dilden dile yayılıyor! Çok geçmiyor, o güzel gülümsemesiyle ekranlarda beliriyor Arîn...
Sarsılıyorum... İçimde çağlayanlar gürlüyor! Büyük eylemci Zilan’ı hatırlıyorum... Susuyorum, susuyoruz... Tek bir şey korkutuyor beni: ‘Ya bütün savaşçılar fedai eylem yaparlarsa…!’ Tabii ki her bir savaşçının oradaki bulunuş tarzı fedailik üzerine ama yine de o konuları düşünmemeyi seçiyorum, kendimi kandırırcasına…
Ve sonunda halk ayaklanıyor…
“Kobanê yalnız değildir! Kobanê bizim kalbimizdir!” Kürtlerin bulunduğu bütün coğrafyalar serhildan alanına dönüyor…  Direniş toplumsallaşınca can geliyor herkese…
Canlanıyoruz, yeni filizlenir gibi…
Umudumuz büyüyor…
Milyonlar Kobanê oluyor…
Sel olup akıyor alanlara…
Tarihin her deminde Kürt katili olarak anılacak devlet geleneği ise şaşırtmıyor: ‘Baş kaldıran Kürdün, kafasını ezeriz’ misali… Yıldıramıyor ama. Yıldıramayınca daha da azgınlaşıyor! Onlarca Kürt genci, önden giden kahramanlarına yetişmek üzere direniş bayrağını ardıllarına bırakarak gözlerini yumuyor…
Yine ölüm hep Kürdü buluyor!
Ölüm: Yani tarih boyu Kürde yakıştırılan tek şey!
Zalimler eskiden korkutabiliyordu ‘ölüm’ ile Kürtleri. Ama Kürtler kendine daha yakışan bir şey bulmuştu: DİRENİŞ!
Ve böylece oyunların hepsi bozuldu…  Tek yumruk olan milyonlar Kobanê’ye güç veriyor, milyonlar savaşçılarının yiğitliğinden güç alıyor…
Onun için şimdi Kobanê’den güzel haberler geliyor… Ve biz böyle tek yumruk olduğumuz sürece gelmeye de devam edecek…
Ama bu defa ZAFER haberi…
BİRCAN YILDIZ
NOT: 21 Ekim 2014

tarihli Özgür Politika gazetesinin Toplum-Yaşam sayfasında yayınlanmıştır…
http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=35273

5 Nisan 2014 Cumartesi

Savaşçı...


 Işığın karanlığa boğulduğu bir gecede, genç bir savaşçı, gecenin yağmur damlaları ile kirlenen sessizliğinde, kusursuz bir sükunet ile nefesini tuta tuta düşmanının üzerine süzülüyordu…
Islanan yosun kaplı kayalara, yaşadığı zamanların kiri ile lekelenmemiş göğsünü sürüyor; saçları, mazi ağaçlarının yapraklarının ucunda her an düşmeye ve kendilerine uğrayan her canlıya dokunmaya hazır cömert damlalarla iyice ıslanıyordu. Ve bu, karanlık gecede hiç kimsenin görme şansı olmasa da savaşçının en güzel, en gerçek halini ortaya çıkarıyordu…
Her adımda karanlığı koyulaşan gecede, gençliğin gümbürtülü dağ nehirleri misali henüz yolunu bulmamışlığına ve gerçek dünya ile uçurumlaşan heyecanlarına yakışmayan bir sessizlikle ilerliyordu. Savaşçı her kusursuz hareketinde, sanki gecenin sessizliğine dokunmamayı, bir ibadeti yerine getirmenin özeni ile yapıyordu. Karış karış yol alıyor ve düşmanının nefesini duyuncaya, toprak,  ağaçlar ve damlalara yeşilini vermede minnetsiz yosunların kokularına tezat, kirli postal kokusunu hissedinceye kadar yaklaşmak istiyordu…
Yükseliyordu savaşçı… Işık saçtığı gecelerde, ayın göklere kusursuz yükselmesi gibi… Tırmanıyordu savaşçı, nesli avcılara direnmiş bir panterin avına yaklaşması gibi… Yaklaşıyordu, bir özleyenin sevgiliye yakınlaşması gibi… Nefes alışları hızlanıyor, alın terleri yaprakların uçlarındaki damlalar gibi olgunlaşıyor, karanlığa alışan göz bebekleri bir kurt gibi yükselişteki hiçbir kıpırtıyı kaçırmıyordu.
 Sol eli ile taşları, baharın gür otlarını ve O’nu zirveye ulaştıracak kaya yarıklarını yoklarken; sağ elinde, her an gecenin ışığını yutan karanlık ile dayanılmaz sessizliğini bir uçurumdan aşağı yuvarlayacak, kendi yumruğundan biraz büyük, halkası çekilmiş, zinciri koparılmış, azat edilmiş ve öfkeden çatlamak üzere olan bir ateş topu taşıyordu…
Avucunun içinde sım sıkı tuttuğu ateş topu ile kükreyecek, sesleri öldüren karanlık gecenin zirvesinde karargah kuran düşmanını, ses, ateş ve ışık ile  dipsiz bir kuyuya devirecek, kendisine ait ne varsa ellerinden söküp alacaktı…Ve tüm buları bir nefeste karanlık karargahın askerleri ne olup bittiğini anlamadan olacaktı…
Donmuş geceden, dağ nehirleri gibi akan bir hayatı hemen o gece kuracaktı. Dünya yeniden dünya olacak, neşeli türküler, halaylar, yanakları rüzgarla pembelerin en güzelini almış kocer çocukların sesleri duyulacak, şehirlerin ışıkları yeniden yanacak ve tüm bular gecenin içine bir sel gibi akacaktı… Tüm zaman ve her yer ışık olacaktı, korku ile gölgelenmiş, endişeli bekleyişteki gönüllerin içi de…

Bir savaşçı yükseliyordu…
Ve birazdan, bir dağlar denizi olan ülkenin bir zirvesinde, bir kıyamet kopacaktı…! Ölüm sessizliği ile genç bir savaşçının yüreğindeki bütün sesler; karanlığa boğulan kara gece ile Güneş’in ışıkları, bir zirvede muhteşem bir cenge girecekti… Ve zamanın koca terazisinde kayda girmeyecek bir an içinde kaderin kocaman bir taşı konacaktı…
Alnına düşen ıslak saçları, yarıklardan süzülen narin bedeni ve sağ avucunda yüreğinin ateşi ile ısınan ateş ile karanlığı vuracaktı genç savaşçı… O, bir ömrü, tanrıların insana biçtiği sınırların son haddine kadar yaşamaya müstahak savaşçı birazdan dev bir savaşa girecekti…
 Uçlaşmış bir dengesizlikte, adı Xebat olan bir savaşçı, demirden bir kader gibi bir ülkenin etrafına ve yüreğine sarılmış sınırlara karşı, kocaman bir isyanının başını çekecekti. Bir’ken yüzlere saldırıp, istisna bir zafer kazanacak, hemen erte gece kendisi ile beraber belki de kendisinden yoksun yoldaşları ile dostları, kendisi gibi ışık savaşçıları, Dağların Denizi ülkesinin bir yerlerinde, ateş başı sohbetlerine kurulacaktı…
 Kendisi belki onlardan biri olacak ve sanki bir gün önceki gecede ateşler taşıyan avuçlar bu avuçlar değilmiş gibi bu sefer sadece yudum yudum içilen, sımsıcak bir çay taşıyacaktı avuçlarında. Belki de çoktan ateş başındaki dost ve yoldaşlarının yüreğinde kanatlanıp, sohbetlerinin efsanesi ve O’nların ateşe suskun ve derin bakışlarının sebebi olmuş olacaktı…

Birazdan bir kıyamet kopacak…
Genç bir savaşçı düşmanının kalbine saldıracak…
Birazdan bir zirvede iki kader çarpışacak ve biri uçurumdan aşağıya yuvarlanacaktı…


Hüseyin AKDOĞAN'ın (Ş. ARMANC Kerborani) 30 Nisan (saat: sabah 05:47) 2006'da yazdığı yazı...

1 Nisan 2014 Salı

Öyle bir yola girdik ki artık bizi durduramazsınız!


Yalan, haksızlık ve çaresizlikten ibaret, derme çatma yasalarınızla, hapislere doldurup, tank ve panzerlerinizle üzerimize yürüyerek, boydan boya kurşuna dizseniz de kitlelerimizi, biz yolumuzu bulduk, geleceğimizi gördük ve şimdi, okun yaydan fırladığı noktadayız. Yürüyoruz… 
Bizi durduramazsınız çünkü ‘Güneşli Güzel Günlerimizi’ gördük, şimdi onların şafağındayız ve ‘ileri gidiyoruz geri dönüş yok!’ kararını biz çoktan verdik!
Karanlığın üzerine yürüyoruz şimdi… Bir dağlar denizi ülke boyunca, birer zulüm kalesine çevrilmek istenen şehirler boyunca, bin kere yakılsa da hala delice tutkulu, özgürlük arzusunu bir inat haline getiren köyler boyunca yürüyoruz! Ovalardan yürüyoruz, yurdumuzdan uzakta ve ya sürgünlerde, her neredeysek orada yürüyoruz. Çünkü biz bir hayatta, bir ömre sığabilecek en güzel şeyi; Gönül ile aklın, beden ile ruhun aynı yolda kol kola yürüdüğü, hayali bile ömre bedel bir geleceğin şafağını gördük!
Ve şimdi 7’den 70’e kadın ve erkeklerin ruhlarında yürüyoruz. Çocukların karanlıkla gölgelenmemiş su kadar temiz düşlerinde ve gençliğin, deli dağ nehirlerinin engel tanımaz akışı misali akan, heyecanında; köpürerek, fışkırarak, sakinleşip yeniden coşarak, bendleri yıkıp aşarak yürüyoruz. 
Biz akacağımız deryayı bulduk.
Biz bulacağımızı bulduk!
Ve Güneş’imizi… Şimdi artık biz, Güneş’in, Dağlar ve Nehirler ülkesindeki neferleriyiz. Kaybedecek bir şeyi yok, kefeni cebinde ve yürürse cennet geleceği önünde… Bir sevgi ordusuyuz, bir emek ve değerler ordusu, bir ruhlar ordusuyuz ve karanlıklara karşı ışıklı okçuların, kara, kızıl, beyaz atlar üzerinde mızrakları zırhları parçalayan iyi ve güzelin ordusu… Böyle bir yenilmez orduyuz şimdi.
Gücümüzü fark ettik!
Ve yürüyoruz…
Bizi yolumuzdan çeviremezsiniz!
Terk ettiğimiz kulübelere, terk ettiğimiz ruhlara, terk ettiğimiz bedenlere, isimsizliğe, tanımsızlığa, anlamsızlığa yeniden bizi koyamazsınız. Karanlıkların kuyusundan çıktık, bizi bir daha içine atamazsınız!
Biz bir daha girmemecesine oradan çıktık. Dönmeme andı ile meşaleleri yaktık ve bizi yenebileceklerin tırmanacakları tüm eteklerimizi de. Şimdi zirvelerdeyiz biz.
Zirveyi gördük!
Ölmeyi kabul ediyoruz, cenazelerimizin parçalanmasını da, ölü bedenlerimizin anne ve babalarımızın son duasından, taşı dikilmiş bir parça mezar toprağından mahrum edilmesini kabul ediyoruz; sevgi yumaklarımız ve O’nlar güzel günler görsün diye çırpındığımız, dağ başlarını mekan tutmamıza sebep Zilan, Şilan, Rojhat,Mizginlerimizin bembeyaz ve ışıktan dünyalarının temellerine bombaların konulmasını da…
Kabul ediyoruz, vahşeti bile!
Ama asla, yenilmeyi, asla onursuz bir biçimde boyun eğmeyi, asla isimsiz ve dilsiz kalmayı, asla Güneş’ten ayrı yaşamayı kabul etmiyoruz!
Artık siz de bunu anlayın!
Vazgeçin sersem ve ayakları yeryüzü topraklarına basmayan tafralı hayallerinizden… Tek bir gün sizi kör eden, her gün daha da çirkinleştiren, göklere değen burnunuzu indirin, siz de göreceksiniz…
Korku öldü…
Karanlığın demirden sandığınız perdesi yırtılalı, ‘üç kibrit çöpü’ bir ülkeyi boydan boya ‘Ateş Ülkesi’ne çevireli uzun zamanlar oldu... Böyle olsun diye, on binlerce beden devrildi… Ve bu yürüyüşte kocaman bir ülkede, ayak basmadık yer, ter ve kan dökülmedik toprak, sorgu ve muhasebelerden geçerek ‘Cihad-ı Ekberlere’ sahne olmayan ruh, kalmadı…
Duymak isterseniz annelerin, genç kızların öyküsü, avuçlarından büyük taşlarla barikat kurup, boylarından büyük düşmanlara karşı barikatlar kurup savaşlara giren çocukların, 1’e 5000, 1’e 10 000 savaşan yine de esir alınabilecek tek bir hücresini bile düşmanına bırakmamayı, bir ahlak benimseyen savaşçıların öyküleri, size hep aynı doğruyu söyleyecektir:
Bu ülke de korku öldü… Onunla beraber ölüm de…
Turan’dan Tuna boylarına, Çin Seddi’den Viyan’a önlerine at koşturan 21 sancaklı ordunun Paşa ve Generalleri! Robot yüzlerin altında gerçeğini ve korkusunu saklayan böbürlenme makineleri,
Bakınca göreceksiniz…
Kurşunlara hedef edip, henüz ömürlerinin baharında yem yeşil bir ağaç dalı, dokunmaya kıyılmaz incecik bir gülfidanıyken canlarını alarak, bedenlerini, bu ülkenin başı dik ve gururlu Başkenti’nin caddelerinde öylece serdiğiniz O çocuklar, sizden daha General…
Ve daha yürekli…
Göğsünüzde taşıdığınız madalyalar, tarihin gerçek savaşçılarına hakaret çünkü siz onları canınızı, canlarınızı ortaya koyarak kazandığınız savaşlarda hak ederek takmadınız. Başkalarının çocuklarını kendiniz için vurdurup onların acıları ile Paşalığa! terfi ettiniz…
Gerçek savaşçılar, savaşçılarla savaşır… Ama siz her yenilgi ardından ordunuzu eli silah tutmayan sivillerin üzerine sürdünüz…
Siz savaşçı değilsiniz!
Ve tarih sizi Asker olarak yazmayacak! 
Tekmeleyerek, saçlarından tutup sürüklediğiniz O annelerin yürekleri, sizin kendinizi kıyaslayamayacağınız kadar sevgi dolu… Sevgili yavrusunun canını alan düşmana bile bağışlayıcı ve İsa gibi merhametli anneler…
Oysa siz kabahat ve suçlarınızı görmekten, ölümünüzü görür gibi korkuyorsunuz. Bir güzel söz söylemeyi, bir gülüşü, zafiyet sayacak kadar kendinize güvensiz ve sevgisizsiniz…
Bu yüzden de karanlık…  
Ve bakmayı bir gün olsun öğrenseniz göreceksiniz, uçurum kadar büyük bir dengesizlikte ordularınızı üzerlerine saldığınız Dağ Savaşçıları sizden daha cesaretli…    
Kulağınızı açın bir an, bir uykudan uyanır gibi ayılın bir an, siz de duyacaksınız, kendi dillerinde ıslık çalamayanlar, şimdi, heyecan ve tutku dolu türküleri ile göklerin yedi katına, kutsal ordular gibi dizilmiş, ahı kalmışları son nefesinden diriltir gibi her biri yerini bulmuş, hiç biri sırasını şaşırmayan melodiler gönderiyorlar… Ve artık hayatı böyle yaşıyorlar… Zaman, ritmik türküler gibi ellerinde bir mendil, nasıl sallıyorlarsa öyle sürüyorlar hayatı… Kendi iradeleri, kendi arzuları, hayalleri ile… Kendi dillerinden kendi isimleri ile…
Çünkü sessizlik öldü. Karanlık ve korku gibi bu topraklarda yuvasız kaldı. Ve terk etti ülkemizi… Kaçıp gitti… Artık bizim de içimizde doğanların, birikip taşanların bir ifadesi var...
Dilimiz dönüyor artık. Yüreğimizin hissettiği gibi… Sevgilerimiz uçurumlardan düşmediği gibi içimizde doğanlar, bir karanlık kuyuda, gerçek ile hayal arası bir tanımsızlıkta asılı kalmıyor…
Acı ve sevinci, keder ve neşesi, umut ve hayali ile dipdiri…
Bizim de bir dünyamız var artık!
Devletseniz, hükümetseniz, Şanlı bir Ordunun yere göğe sığmaz Paşalarıysanız, adınız neyse ve her kimseniz önemi yok…
Başka bir Kürt başka bir Kürdistan arıyorsanız mumla arayın!
Çünkü köle Kürt öldü, ölümden korkan ve kaybetmekten korkan da!
Sizin için iyi olan da!
Sizler…
Adınız her neyse…
Hala katliamlardan medet mi umacaksınız?
Acılar içinde bir ruhlar harabesi haline gelen bir hayatı bize yeniden mubah mı göreceksiniz?
Yenemediğiniz Savaşçıların, adım atarken yüreklerinizin ağzınıza geldiği dağlara girememenin hıncını, yeterince yaşlı ve artık huzurlu bir ölümü hak eden köylülerden mi, savunmasız insanlardan ve şehirlerin parklarında oynayan çocuklardan mı alacaksınız?
İstediğiniz gibi bakmaya, istediğiniz gibi olacağını sanmaya devam mı edeceksiniz? 
Tüm bunlarla beraber, dostça yaşama arzusunu, linç ruhlu, hoyrat fırtınalar altında pamuktan ipliğe bağlayıp salmaya devam edip, bu beraberlikten boşanma dışında tüm yolları kanla mı kapatacaksınız geri dönüş imkanı bırakmayarak?
Söz de sizin eylem de…
Bizim yeni söyleyeceğimiz bir söz yok… Yeni yapacağımız bir şey de…
Biz elimizden geleni yaptık. Hem büyük acılara katlanıp, büyük sabırla…
Tercih sizin…
Sevgi ve doğruda buluşmak için biz hep vardık…
Öyle bir yola girdik ki artık bizi durduramazsınız.
Güneşimizin peşine düştük ve umudumuzu bizden alamazsınız…
İlerliyoruz, sizinle veya sizsiz…
Filolarınız bizim için hazır, 40 Milyon merminiz bizim için namluya sürülü beklese de…
Hüseyin AKDOĞAN'ın (Ş. ARMANC Kerborani) Eylül 2006'da yazdığı yazı...





17 Mart 2014 Pazartesi

Newroz...




Newroz; aydınlığın karanlığa karşı tarihi zaferi...

Milat öncesine uzanan ateş destanı...

Binlerce yıl sönmeyen özgürlük yalazı... Mazlum halkların baharı, zalimin kara kışı!

Dağların başkaldırışı, zengin coğrafyamın çoraklaşmış topraklarının ana nehri...

Hoş geldin Diriliş Bayramımız.

Seni dağlarda karşılıyor olmak ne güzel...

Şu an dağın kalbini dinliyorum, gözlerim zirvelerinde... Kalp atışı değil bu! Bir halkın özgürlüğe yürüyüşünün ayak sesleri... Hayır hayır! Zafer şarkısı sanki. Netleştirmek için nefesimi tutuyorum. Evet, sesler uğultudan sıyrılıp etek-emiğe bürünüyor... Netleşti işte! Bakın dağın kalbi nasıl dile geliyor:

"Neden böyle heybetliyim biliyor musun? Binlerce yıldır ne yiğitler yaslandı göğsüme, ne deli fırtınalar koptu şu başımda... Ne tufanlar gördüm, ne boranlar...

Şu önünde uzanan ve ucu bucağı görünmeyen patikalardan kaç milyon adım geçti!

Kaç sevdalı, kaç yoldaş, kaç dost...

Kaç acılı yürek ama bir o kadar da öfkeli!

Ne süngüler battı kalbimin tam ortasına 'ay' bile demedim! Adını bilmediğim nice bomba, kaç parçamı aldı sayamadım! Kaç milyar mermi yedi şu koca beden! Çetelesini tutmaya çalışsaydım başım böyle dik olmazdı!

Hem biliyor musun; kendimi bildim bileli hiç uyumadım... Tam 2625 yıldır gözümü bile kırpmadım! O'nun öncesi hep karanlıktı bana ve uykunun tatlı, aynı zamanda öldürücü kollarındaydım. O gün ki Mezopotamya aydınlığa kavuştu, uyumadım bir daha! Ebedi nöbetçisiyim aydınlığın zaferinin!

O yüzdendir ki, ilk benim zirvelerimde yakılır Newroz ateşi!

Kadınlı-erkekli gençlerin ellerinde meşalelerle bana doğru yürümeleri, beni Anka kuşu gibi yeniden yeniden doğurur... Bu sebepten hiç yaşlanmam!

Bazen yüreği sevgiden kabarmış olanlarınızın sitemini duyarım "Hem bu kadar heybetli ve yücesin hem de evlatlarını koruyamıyorsun" diye... Ama kızmam hiçbirinize. Çünkü biliyorum göğsümün orta yerinde alnı açık savaşan genç kadın ve oğullar ölümden bir an bile korkmadılar. Düşmanları onların özgürlüğe olan inancından doğan cesareti karşısında şoka girdi! Kimi zaman korkusundan ağladı... Gidişlerine hepiniz gibi üzülsem de 'Bu inançlı çocuklar benim çocuklarım' demekten hep gurur duydum...

Ne olayların, ne kahramanlıkların tanığıyım! Şu uzun ömrümde zalimlerin zulmünün yanına kar kalmadığını, direnen ve hak eden mazlumların zaferini gördüm!

Mazlum Doğan'ın, Zekiye'nin, Rahşan'ın, Berivan ve Ronahi'nin yaktıkları ateşi gördüm...

Ve sonrasında onların ardıllarını... Ateşle sınanan bir halkı, ateşin kendini yakacak başka bir şeyin varlığına şok oluşunu gördüm!

Ve ateş...

Ateş, dağın uykudan uyandığından beri dostuydu...

Ve cümle insanlığın sırdaşı... En çok da dağlıları dinledi ateş, binlerce yıldır 'DAĞLI' olarak bilinen Kürtleri... Ateş bir anlamda yazılmayan Kürt tarihinin en canlı tanığıydı... Kürtlerle arasında çok içsel bir bağ vardı. O, Kürtlerin hem sırdaşı hem de tanıklığını yaparken; Kürtler de O'na hayat verdi... Ateşin hala bu kadar yakıcı olması, sönmesine izin vermeyen Kürtler sayesindedir!

Kürtlerin kadim dostu ateşin de kendi gününe dair söylemek istedikleri var...

'Bu bahar başka' diyor ateş bize...

"Bu Newroz başka Newroz...

Bu Newroz Sakine'nin, Rojbin'in, Leyla'nın Newrozu...

Öyle bir ateş yaksın ki Dersim şavkı Paris'e, Öyle bir ateş yaksın ki Elbistan şavkı Amed'e,

Öyle bir ateş yaksın ki Amed, şavkı Mersin'e yansısın...

Mahabat, Süleymaniye, Serekani'de öyle bir ateş yakılsın ki şavkı İmralı'daki evren yürekli özgür insanın gözlerine yansısın..."

Dağ ve ateş öyle bir zamanlamayla ruhuma giriyor ki; tam isabet.

"Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..." dizelerini canlı şahidi oluyorum...

İlk çiçekler topraktan başını usulca çıkardı, yağmur tüm bereketiyle yağıyor...

Tarihin canlı tanıkları ateş ve dağın yıllardır yeni bir dostu var: GERİLLA!

Kürt halkının en seçkin yiğit kadın ve erkekleri mükemmel bir uyumla dilden dile yazılan tarihi bedenleriyle yazıyor...

Bu mükemmel uyum içerisinde bir damla olabilmek ne güzel... Ve ne de çok kendimim bu hisle...  


... 2013 Newroz'unda Medya Savunma Alanları'nda yazılmıştır ...

4 Mart 2014 Salı

Bir karede iki sade güzel…



En sevdiğim çiçeklerin başında papatya ve sarmaşık gelir. İkisi de sadelikleriyle beni hep büyülemiştir. Narinlikleri de cabası. Uğur böceğini sevmeyen insan ise henüz tanımadım. Genel kanı ‘uğur’ getireceğine inanmak olsa da bence o da çok narin ve sade. Bu minicik cüssesine rağmen nedense onu gören herkes mutlu oluyor. Tabii ki ben de. Baharda bol bol gördüm. Öyle oldu ki, bir ara yürüdüğüm patikada iki adımda bir önüme çıkıyorlardı. Basmamak için özel çaba gerekti.

İşte bu papatyanın üzerindeki halini görünce önce dakikalarca izledim. Tüm yapraklarını teker teker gezdi papatyanın. Ama o kadar narin olan papatyanın hiçbir yaprağı zarar görmedi. Güzel yanı da buydu. Doğada hiçbir canlı diğerine haddini aşan bir güç kullanmıyor, sırf canı istediği için eziyet etmiyor. Uğur böceği de gerekli besinini almış olacak ki, ayak basmadığı tek bir yer kalmayınca uçup gitti. Ben de içimde güzel duygularla baharın yeşillenmiş patikalarında ilerlemeye ve fotoğraf çekmeye devam ettim… (2013 baharı)

28 Şubat 2014 Cuma

Kadrajı dolduran anlam…






Kandil sakinlerini izleyince, heybetli dağları ve geniş etekleri gerillayla paylaşmanın mutluluğu ve huzuru o kadar bariz yansıyor ki. Aslında huzuru gerilla ile buluyor demek daha doğru. Bu, özellikle de geçtiğimiz yıllarda gerillanın İran ordusuyla göğüs göğüse savaşında açığa çıkmıştı. KDP güçleri ‘halkı koruma’ adına hemen Kandil sınırlarının dışında Qasre denilen şehre yakın bir alana prefabrik evler kurmuş ve halkın oraya kaçmasını teşvik etmişti. Halk çıkacak böylelikle gerillaya büyük darbeler vurulacaktı! Ancak hesaba katmadığı bir şey vardı. Kandil’de halk gerillayı evladından ayırmıyordu. Sadece mutluluğu paylaşmak için aynı toprağı adımlamıyor, aynı havayı solumuyorlardı. Zor zamanları da birlikte atlatacaklardı. Halk Kandil’i terk etmedi. Bilakis, hem savaş sırasında maddi-manevi desteğini sundu hem de sonrasında bu dayanışma ve birliktelik devam etti.

Bu fotoğrafı çekerken, ilk olarak genç kadın gerillaya ve küçük kıza gösterdiği sevgiye odaklanmıştım. Ancak sonradan daha ötesini görebildim. Yaşlı amcanın gözleri izlediği manzaranın mutluluğunu yansıtıyordu. Küçük kızının gerillaların içinde büyümesinden memnundu. Gerilla ile birlikte yaşamaktan memnundu. Ve amcanın bu bakışları bana hiçbir tehdit ve hiç kimsenin bu mutluluğu ve huzuru bozamayacağını anlatıyordu. Bilmem haksız mıyım?

22 Şubat 2014 Cumartesi

Motosikletli gerilla…



 Önüne bu deniz gibi vadiyi katmış, alelacele yolların tozunu attıran gerilla, Rojavalı Agit. Zira yetişmesi gereken işler çok…

Gerilla Agit, bulunduğu geniş arazili gerilla alanının teknik sorumlularından. Baraj, jeneratör, telsiz (büyük-küçük), bilgisayar, radyo, teyp, saat, mp3 gibi dağda aklınıza gelebilecek tüm teknik-elektronik eşyaların bakımı ve tamirini yapıyor. Küçük de bir atölyeleri varmış. Henüz oraya gidemedim.
Motorun arka bölümüne bağladığı ve kiremit rengi veren şey bir meyve kasası! Lakin içinde meyve yok. Meyveler tükenince yerini yaratıcılık almış. İşler çok ve kapsayıcı olunca onarım ve tamir için yanında bulundurması gereken gereç de çok oluyor. Ve işte bu meyve kasası onun bu ihtiyacını gideriyor.
Fotoğraflarını çektiğimden haberi yok. Sadece selamını vererek yoluna devam ediyor. O gün muhtemelen yine acil bir durum çıkmıştır diye düşünüyorum. Bir daha görme imkanım olursa fotoğraflarını vereceğim. Kim bilir, belki atölyelerini gezme ve merak ettiklerimi sorma fırsatını bile yakalayabilirim… Çünkü pek fazla hareketli olduğu için ‘atölyede yakalamak büyük şans’ diyorlar.
Şimdilik sadece gerilla Agit’in işlerinin rast gitmesini dileyebiliyorum…
***
Sürpriz…
Bir daha kim bilir ne zaman görebilirim düşüncesi içerisindeyken bir sabah ansızın bulunduğumuz kampa gelince hayli şaşırdığımı belirtmeliyim. Kamp sakinleri onarılacak şeyleri, ben de yarım kalan yazımın tamamlanmış halini düşündüm itiraf etmeliyim.
Her ne kadar ‘geçerken bir uğrayayım dedim’ diyorsa da mutlaka tamir ettirilecek bir şey olduğunun farkında. Çünkü buna alışkın ve bu işi yaptığı sürece normal bir ziyarette bulunamayacağı konusunda ikna olmuş.
Kısa bir selamlaşma ve çay ikramı ardından kordonu kopmuş saatler, bozulmuş mp3’ler, müzik kutuları ve radyolar çıkıyor… Her zaman olduğu gibi hazırlıklı. Hemen oracıkta tamir işlemi başlıyor. Bu defa malzemeleri meyve sepetinde değil, sırtında taşıdığı çantada. Ben merakla motorunu soruyorum. Arızalandığını ve şehre gönderdiğini söylüyor. Üzülüyorum. Anlatımından çıkardığım kadarıyla geri dönüşü olmayan bir hastalığa yakalanmış motoru… Pek dert etmiş gibigörünmüyor. “Yürümek daha iyi” diyor. Havaların daha sıcak olacağını hatırlatıyorum “sorun değil” şeklinde cevap veriyor. Onun için çerezlik olan masanın üzerinde duran teknik malzemeleri onarmaya başlıyor. Ardından bozuk jeneratöre de bakacak. Ben tüm işlerini bitirmesi ardından ona fotoğraflarını göstereceğimi ve birkaç soru sormak istediğimi söylüyorum. “Tabi neden olmasın” cevabını aldıktan sonra yanından ayrılıyorum…
Tüm işlerini bitirdikten sonra çınar ağaçları altına kurulmuş mütevazı bir çadırda önce fotoğraflarını gösteriyorum. (hafif tebessümle beğendiğini söylüyor) Ardından sohbetimiz başlıyor. Ve O’na dair merak ettiklerimi soruyorum…

Kendi dilinden gerilla Agit…

Gerilla Agit 1981’de Rojava’nınKobane kentine bağlı DerbazinKöyü’nde dünyaya gelmiş. ZirwariAşireti’nden. 10 çocuklu ailenin dördüncü çocuğu. Kendisinden büyük iki ablası ve bir ağabeyi var. Beşi erkek toplam altı da küçük kardeşi. En küçükleri kız. Gülerek, “2000 yılında gerillaya katıldığımda on kardeştik belki de çoğalmışızdır, net bilgim yok” diyor. Büyüdüğü köye en yakın yerleşim birimi Cerbusarap adlı Arapların yaşadığı ilçeymiş.
Biraz sohbet edince anlıyorum ki mesleğinin aile geleneğiyle ilgisi var. Dayısı ve babasının amcası motor araba, jeneratör gibi teknik aletlerin tamiriyle uğraşıyormuş.Agit de onlardan öğrenmiş. Yani onlar da okullarda eğitimini alarak değil, tamamen hayat tecrübelerinin nesilden nesile aktarılması şeklinde öğrenmişler. Agit gibi…
19 yaşında dağlara gelen Agit, şimdi 32 yaşında. Agit gerilla yaşamını tüm detaylarıyla öğrenmek için kendini erken deşifre etmemiş. İlk beş yıl Behdinan,Zapve Zagros bölgelerinde gerillacılık yapmış. 2005 yılından bu yana ise teknik birim çalışmalarda yer aldığını söylüyor.
*****
“Benim için bir jeneratörü tamir etmek basit bir şey ama onlarca arkadaşımın işini görüyorsa o benim için en önemli ve ciddi iştir. Diğer onarım işlerini de bu çerçevede ele alıyorum.”
İşte bu kadar sade anlatıyor işinin önemini ve devam ediyor: “Arkadaşlara ait bozulmuş herhangi bir eşyayı tamir ettim mi mutlu oluyorum.”
Çalışma esaslarını da keyfiyete sıfır tolerans ilkesine bağlamış. Kesik kesik ve sessiz konuşmasından yola çıkarak ‘hiç kavga ettin mi?’ diye soruyorum. Sonuçta stresli iş, her gün bir yerlere koşturmak zorunda. Gayet sakin ve aynı ses tonuyla öfke ve sinirli zamanlarını genelde arkadaşlarına yansıtmamaya çalıştığını söyleyerek ‘zaten çoğu da uçup gidici’ diyor.
Gittiği her kampta teknik sorumlularına arızalı cihazların sorunlarını nasıl gidermesi gerektiğini de anlatıyor. Çoğu geçici olduğu için aynı şeyleri onlarca defa aynı sabırla anlatmak zorunda kalıyor yani.
Bazı ustaların, bozulmuş herhangi bir aleti ondan önce başkası kurcalamışsa bakmadığı gibi özelliklerinin olduğunu hatırlatıyor ve ‘sen de böyle misin?’ şeklinde bir soru yöneltiyorum. “İlk ben görmeliyim arızalı aleti diye bir şartım yok. Sonuçta gerillayız bazen ben belki günler sonra gidebilirim. O arada ihtiyaçları varsa birilerinin tamir etme çabası mutlaka olur. Böyle katı yaklaşımım yok. Bu konu esnektir benim için.” Şeklinde gayet makul bir cevap veriyor.
Gerilla Agit’inBager adında bir de ortağı var.Bager’in uzmanlık alanı ise kaynakçılık. Kendisi ondan öğrendiği gibi, bilgilerini de onunla paylaşıyor. İki yıldır birlikte çalışıyorlar…

Özel sorular

Temel felsefesi: Yöntem ve hiçbir şey imkansız değil. (Bunu hem yaşamı hem de işinde esas almaya çalışıyor)
Hayali: Uygun bir zaman ve zeminde gençlerle tecrübelerini paylaşmak, hatta bir okul açıp eğitimini vermek istiyor.
En sevdiği çiçek: Dağa gelmeden önce en çok sevdiği çiçek duvara tırmanan sarmaşıkmış. Ancak Kürdistan’a özgü olan Şilêre(ters lale) çiçeğini gördükten sonra bir numarası o olmuş.
En sevdiği hayvan: Keklik (erken evcilleştiği için)
En güzel yer:Zagros(yükseltilerinin verdiği muhteşem duygu)
En acı veren olay:“2006 yılındaZagros-GeliyeZap’ta bir tim arkadaşımızın bulunduğu yer deşifre olunca savaş uçakları bombardımana başladı. Biz de yakın mesafedeydik. 3 arkadaş şehit düştü. Ciwan Çele adında bir arkadaşımız vardı. Arkadaşların cenazelerini getirmek için gittiğinde tekrardan bombardıman oldu. HevalCiwan’ın bir bacağı koptu. Karşı tarafta yeni savaşçıların kampı vardı. Kopan bacak görünebilir bir yere fırlamıştı. HevalCiwan sürünerek gidip bacağı gömdü ki yeni arkadaşlar etkilenmesin. Daha birkaç dakika geçmemişti uçaklar tekrardan gelip bombardıman yaptı. Ciwan arkadaş burada şehit düştü. Beni derinden etkileyen olayların başında bu gelir.”
En mutlu olduğu olay: Kızkardeşinin gerillaya katılması(Henüz karşılaşamadıkları için kod adını bilmiyor)
Gerilla Agit gazetemiz aracılığıyla halka ve gençlere de kısa bir mesaj iletmek istiyor:
“Geçtiğimiz yıl hamle sürecinde halk ve gerillanın birbirini tamamladığını gördük. Ve şimdi büyük bir kazanım içinde olduğumuz biliniyor. Gerilla sadece savaşçı değildir, aynı zamanda siyasetçidir de. Hedefe ulaşmak için kararlılıkla yürüyor. Önderliğimizin öncülüğünde büyük kazanımlarımız oldu. Şahadete ulaşan binlerce yoldaşımızı da bu vesileyle anmak isterim. Halkımızın direnişi bize büyük moral veriyor. Direnişin olmadığı yerde tükeniş başlar. Gençlerimiz de bunu böyle ele almalı ve sürekli örgütlü bir sistem içerisinde olmalı.

Yeri gelmişken Rojava halkımızı da yeniden inşa sürecinde gösterdiği büyük direnişten ötürü selamlıyorum. Kürt halkının birbiriyle dayanışması sadece dönemsel ve maddi olmamalıdır. Manevi, moral verici eylem ve etkinliklerede ihtiyaç vardır. YPG ve YPJ güçleri ile daha derin bir bütünleşmeyle Rojava’da hedefe daha sağlam adımlarla yürüneceğini düşünüyorum.” 

Not: Bu yazı 04 Ağustos 2013 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinin PolitikART adlı 15 günlük ilavesinde yayınlanmıştır
http://www.yeniozgurpolitika.eu/index.php?rupel=nuce&id=22806